Görünmez Kadın
Sanki aldığın tüm nefesler içine doluyor. Milyarlarca birikiyor. İlk nefesinden itibaren mi böyle, yoksa kuralların değiştiği, yasaların da geriye yürütüldüğü bir sistemde mi başladı bu, bilmiyorsun. Bir türlü çıkmıyor işte dışarıya, havaya karışmıyor nefesin. Herkesin yaptığı gibi öyle doğal, öyle kendiliğinden yapamıyorsun işte bu işi. Nefesin bile sadece senin görebildiğin, senin hissedebildiğin, sana ait bir gerçekten ibaret oluyor, artık varlığına inanmakta zorlandığın.
Şimdiye değin biriktirdiğin her şey, eşittir sen; büyük zaferlerle kaybettiğin, derin yaralarla iyileştirdiğin, acımasız nefretlerin içinde sevgiyle büyüttüğün, öğrendiğin, unuttuğun, yazdığın, ezberlediğin, bozduğun, ektiğin, yıktığın ve de yetiştirdiğin.. Hepsi öyle iğreti ki, ‘yok hükmündedir’ damgası yiyorsun. Artık varoluşuna dair elinde kalan birkaç kanıtı korumaya alıyorsun; varlığın pahasına varoluşunu armağan ediyorsun onlara, ne kadar varoluşun kaldıysa. Bu cümleleri kaç farklı kombinasyonla dizdin defterlerine? Kaç farklı resimle ya da yaşanmışlıkla anlattın? Hatırlamıyorsun.
Sanki sana çarptıkça büyüsü bozuluyor dalgaların. Sen sarıldıkça benliğinden geriye kalan her şeyle, kurumuş bir gövdeden ibaret kalıyor yemyeşil yapraklı ağaç olmaya aday fidanlar. Sen inatla küllerinden çırpınarak çıkmak istedikçe, üzerindeki tozları silkeleyerek, yaralarını sararak; yolunmuş gri tüyler saçılıyor etrafa. Rengarenk değil, parlak da değil üstelik. Öyle hatırladığın gibi değil hiçbir şey. Farkındasın biliyorum.
Öyle çok çocukluk anın var ki, yaşadığın her olaya dair bir tane hemen bulup seçiyorsun. Anılarındaki kız çocuğu sen değilsin. Pembe fırfırlı elbiseli, upuzun ve pırıltılı saçlı, gözleriyle gülen o kızı bulup çıkartmak istiyorsun onca anının içinden. Hayatındaki tüm yokuşlar, yarım kalanlar, hiç başlamayanlar, anlamsızlaşanlar, erip bitemeyenler o kızı bulmaya dair çünkü.
Çürümenin tarihi mi, resmi mi olduğuna karar veremiyorsun. Yanılıyorsun. Hep yanıldığını düşünürsün zaten. Bu sefer haklısın yanılmakta. Elinle tutup dokunamadığın hiçbir şey çürümez ki. İçin rahatlıyor biraz, çünkü en çok çürümekten korkuyorsun. Bir an düşünüyorsun ve korkuların daha da şiddetlenip geri dönüyor bu kez. Var olmayan çürüyemezse eğer, korkunun çürüyememek olması gerektiğinde karar kılıyorsun.
Nefesini içinde tutmaktan yorulduğunda gözleri gülen kız çocuğunu ya uykuda, ya da sokaklarda arıyorsun. Sokağa çıktığındaki bulma umudun, uykuya daldığından bir miktar daha fazla. Yine de her ikisi de aynı umutsuzluk sınırlarında. Sokağa her adım atışın seni uykuya daha da yaklaştırıyor. Döndüğünde yüzünde aynı yoksunluk hali. Bu halin, umutlu hallerinden bir miktar daha az iç parçalayıcı.
Her dönüşünde omuzların gördüklerinden çok, onları anlatamamaktan çöküyor. Var olan renklerden başkasını hayal etmemiz mümkün değil, bunu biliyorsun değil mi? Hala o hiç görülmemiş, duyulmamış, dokunulmamış ve üzerine hiç de şiir yazılmamış rengi tarif ediyorsun. Yine de vazgeçmiyorsun. Bir direnişçi misin yoksa yenilmekten yorulmuş bir mağlup mu, karar veremiyorsun. Hep kararsız olmaktan yakınırsın zaten.
Gözleriyle gülen kız çocuğuyla dönmek istiyorsun eve. Onu bulduğumda diyorsun, kalemimin ucunu her seferinde kırsa da, hep unutup kalemi yine sokup çevirdiğimde akıllandığım, sonra yine unuttuğum kalemtıraşımı atacağım. Feyruz’un Wahdon’unu bir daha asla dinlemeyeceğim. Yeraltından Notlar’da Dosto’nun bana yazdığı o bölümü bir daha yazacağım. Ve nefesimi verdiğimden emin olmak için elimi burnuma yaklaştırmak zorunda kalmayacağım. Gülümsüyorum. Umutlu mu, umutsuz mu olduğuna karar veremiyorum.