Miriam: Çocuk Gözünden Ayrımcılık
“Dünya ne kadar tuhaf diye düşündü; birinin aksanı, ırkı ya da dini birbirine benzeyen çoğunluktan en ufak bir farklılık göstermesin, hemen biri çıkıp kötü muamelede bulunmaya başlıyordu.” (Miriam, s.70)
Siz Hiç Ötekileştirildiniz mi?
Bir sabah, sizin seçiminiz olmayan toplumsal etiketleriniz yüzünden suçlu damgası yediğiniz bir dünyaya uyandığınızı hayal edin. Konuştuğunuz dilinizin, bir parçası olduğunuz ırkınızın, renginizin, cinsiyetinizin hatta adınızın dışlandığı bir dünyaya uyandınız. Ve o ana kadar oluşturduğunuz yaşam alanınıza ait her şey, dinlediğiniz müzik, sevdiğiniz yemek, biriktirdiğiniz düşünceler, kurduğunuz ilişkiler, ağzınızdan çıkan her hangi bir söylemin artık tehlikeli addedildiği düşmanca bir dünyadasınız. Ne hissederdiniz?
Ötekileştirme her zaman öyle akşamdan sabaha bir anda, bu denli keskin sınırlarla olmadığı için biz yetişkinlerin içine doğduğumuz dünya algısı kadar sıradanlaştırdığımız, normal kabul ettiğimiz bir kötülük işte. Her an içinde olduğumuz, kuralları verili kabul ettiğimizden olağan gördüğümüz bir maraz. İktidar mücadeleleri için en kullanışlı araçlardan olması da bir diğerine üstünlük payesi vermesi sayesinde. Birileri ötekileştiriliyorsa sen makbulsün. Kabul görmek için öyle emek vermene, insanlığa bir katkın olmasına falan da gerek yok öyle. Kolay ve işlevsel. Bir o kadar akıl dışı, sağduyudan ve adaletten uzak.
Çocuklarımıza hayatı nasıl öğretiyoruz? Hangi ön yargılarımızı boca ediyoruz onlar büyürken? Farklılıklardan neden bu denli korkar hale geldik? Çirkin Ördek Yavrusu’nun illaki güzeller güzeli bir kuğuya mı dönüşmesi gerekiyor herkese ‘haddini bildirebilmesi’ için? Yetişkinlerin verili kurallarla bulanıklaşan ayrımcı zihinlerini değiştirmesi hayli zor elbet. Oysa çocukların hayatı öğrenirken adım atacakları dünyadaki kokuşmuş kodların ve önyargıların kurgudan ibaret olduğunu, buna karşın farklılığın güzellik ve zenginlik taşıdığını bilmeleri daha yaşanılası bir dünya umudunu canlı tutmaz mı? İşte buradan hareketle sizi ‘Miriam’la tanıştırmak istiyorum.
Miriam
Miriam, Norveçli yazar Amiée Sommerfelt’in çocuk kitaplarından. Türkçeye akıcı ve eğlenceli bir dille Sümeyye Kavuncu tarafından kazandırılmış, Çocuk Kitapları Enstitüsü tarafından da Eylül 2020’de yayınlanmış bir ‘savaş zamanında çocuk’ kitabı. Sommerfelt, diğer yazınlarında olduğu gibi Miriam’da da sosyal adalet, farklılıkların bir arada yaşayabilmesi ve zor şartlar altında yaşamın neye benzediğini çocuk gözünden anlatıyor.
Miriam, yetişkin dünyasının en yıkıcı, en akıl dışı olgularından olmasına rağmen akla uygun hale getirebilmek için en çok mesai harcanan konularından birine değiniyor: ayrımcılık. Norveç’in II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sı tarafından işgal edildiği dönemde İskandinav Hanne ve Yahudi Miriam’ın arkadaşlığını konu alan kitapta, alt metin Norveçlilerin işgal karşısındaki tutumlarını inceliyor.
Kitabın çocuk gözünden yazılmış olmasının en önemli göstergesi, Hanne ve Miriam’ın tanışma anı. Çocukların önyargıları gerçekmiş gibi kabul eden yetişkinlerden farkının altını çizmek istermişçesine bir kurguyla Hanne ve Miraim’ı savaş esnasında, tüm ön kabullerin toplumda yerleştiği zamanda tanıştırıyor Sommerfelt. Hanne’nin ailesi, savaş öncesinde Miram ve ailesinin oturduğu eve yerleşiyor ve Hanne evdeki ipuçlarından yola çıkarak Miriam’ın nasıl biri olduğunu öğrenmeye çalışıyor büyük bir merakla.
Güç Zehirlenmesi ve Empati Yoksunluğu
Hanne, sorular sormasını engelleyen sürekli eleştirel bir anneye rağmen henüz merak ve empati duygusunu kaybetmemiş bir çocuk. Miriam’ın Norveç’te o şartlar altında makbul toplumdan olmadığını büyüklerin dünyasından öğrendikleriyle anlamaya başlıyor. Ancak bu anlama hali, sistemin yetişkinler tarafından böyle kurgulandığını anlama hali. Hanne bu kurgusal sisteme hikaye boyunca bir kez bile hak vermiyor. Akılcılaştırmaya çalışmıyor, ön kabule yanaşmıyor.
Miriam ve ailesinin ülkelerinde sıradan bir yaşam sürerken, gayretli propagandalar ve zor kullanma marifetiyle kabul ettirilmeye çalışılan ötekileştirilme aşamaları- ev ve işlerini kaybetmeleri, aşağılanmaya maruz kalmaları ve nihayet doğdukları topraklarda can güvenliklerini kaybetmeleri sonucu göçe zorlanmaları- çocuk gözünden anlatıldığında bilgiçlik taslayıp parmak sallayan yetişkinlerin aslında itaatkar, korkak ve kendilerine dayatılanı kabule hazır birer makine olduğunu hatırlatıyor. Çünkü bu kurguyu kabullenen yetişkinlerin, insan olmanın en önemli boyutlarından biri olan empatiden yoksun olmaları, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ tutumu, onların da özgürlüklerini ellerinden alıyor.
Hanne, Miriam’la empati kurabilecek, onu anlayabilecek bir çocuk. Yetişkinlerin koyduğu adaletsiz, sağduyudan uzak, ötekileştirme odaklı dünyasını çocuklarına gururla aktardığı başka bir alanda dışlanmayı, ötekileştirilmeyi yaşadığından olsa gerek. Ailesiyle Norveç kırsalından başkent Oslo’ya taşınan Hanne, okulda aksanı yüzünden akran zorbalığı yaşıyor. Miriam’ın ötekileştirilmesine de bu yüzden bu denli duyarlı.
Bilmediğinden Korkan İlkel Beyin
İnsanın bilmediği şeyden korkması, ilkel beynin en temel amacı olan hayatta kalma güdüsüne dayanıyor. Ancak bilmediğinin, kendisine yabancı olanın dış etkenlerle kolayca düşmanlaştırılması, ilkel beyne yönlenen ikna ve manipülasyon çabalarının başarıya ulaşmasından kaynaklanıyor. Oysa insan evrimsel olarak neokortekse de sahip; beynin düşünen ve analiz eden kısmına. İnsan olarak sınıflandırılmasına aldırış etmeden manipülasyona açık hale gelmesi, kendisinden farklı olanı dışlayarak üstünlük elde etmeye çalışması onu insan yapmıyor. İşte tam da bu yüzden onca savaş, soykırım ve ayrımcılık tarihine insanlık tarihi denmesi de ayrıca ironik.
Hikaye boyunca Hanne’nin büyüklerinden en sık duyduğu söz, ‘ne kadar az bilirsen o kadar iyi’. Yetişkinler Hanne’ye Miriam ve ailesinin neden evlerinden ayrılmak zorunda kaldığını, Oslo’da neden Alman askerlerinin olduğunu, neden Oslo’ya Hanne ve ailesi taşınmadan çok önceden beri orada yaşayan Miriam ve ailesinin ‘yabancı’ hatta düşman sayıldıklarını anlatmaktan kaçınıyor. Belki de yetişkin dünyasının kodlarıyla anlamlandırmaya çalıştıkları şeyi esasen saf bir gerçeklik olarak, basit mantıksal düzlemde anlatamadıklarının onlar da farkında.
Kolayca Kutuplaşan Toplum
Hobbes’un, insanın ilkel duygularını meşrulaştıran ‘insan insanın kurdudur’ sözünü yaygınlaştırmak yerine, onu insanın ilkel yönünü sınırlandırmaya çalışan bir toplumsal sözleşmeci olarak hatırlamak sürekli başa saran insanlık hikayesinin artık iyiye doğru evrilmesi için bir adım olur mu? Normal şartlarda bir arada yaşayabilen toplumun iktidarın kışkırtmasıyla birbirine düşman kesildiği ne denli doğru? Yoksa propagandaya açık haldeki ilkel beyinler bir kıvılcım mı bekliyor birbirinin kurdu olmak için? Toplumsal çalkantılar, ötekileştirmeler, kutuplaştırmalar derin çatlaklar halinde bir sarsıntı mı bekliyor büyük yıkımlar için?
Miriam’ın hikayesinde Norveç toplumunun günlük radyo propagandalarına, siyasilerin yoğun mesaisine rağmen derin bir öteki düşmanlığı yaşadığı anlatılmıyor. Yağmalama, dükkan yakma, halkın ‘öteki’ diye hedef gösterileni kolayca terörist ilan etme gibi davranışlar geliştirdiğini de gözlemlemiyoruz. Bunları ben kurguluyorum kitabı okurken zihin dünyamda. Son yıllarda farklılığın her türlüsünden korkulduğu ve farklı olan her şeyin kriminalize edildiği bir yetişkin dünyasında fazla mesai harcamaktan ileri gelen deformasyon nedeniyle.
Çocuk Gözüyle Bakabilmek
Çocuk gözünden dünyaya bakabilmek biz yetişkinlerin başaramadığı, başarmayı da öyle çok istemediği bir durum. Öyle ki, kurallarını kendimizin koyduğu, bir yolunu mutlaka bulup güçlü olanın zayıf olanı incittiği, olmazsa olmaz olarak çıpaladığımız hedeflere ulaşamayanların yaşam hakkının olmadığı, yetişkin eliyle çizilen sınırların dışında kalanların dışlandığı yapay bir dünya biz yetişkinlerinki. Yetişkinlerin de hiç mutlu olmadığı ama tüm bu mutsuzluk kurallarını çocuklarını dünyaya hazırlamak adına kuşaktan kuşağa aktardığı bir dünya. Yetişkinler işte tam da bu sebeple yaşama çocuk gözüyle bakmaktan imtina ediyor, ortaya koydukları tüm bu yapay ve çarpık yapıların aslında ne kadar gerçek dışı ve zarar verici olduğu gerçeğiyle yüzleşmemek için.
Çocuklar bir arada yaşamayı büyüdükçe öğrenmeyecekler, onlar zaten bir arada yaşayabilen bir yazılımla doğuyor dünyaya. İçine doğdukları bu yetişkin elinden çıkma dünyanın kendileri isterse daha yaşanabilesi hale geleceğini öğrenmeleri için Miriam gibi çocuk kitaplarına ihtiyaç var. Sadece onların mı? Yetişkinler de sil baştan bir çocuk gözünden anlam yüklemeli ayrımcı kodlarla yarattıkları bu sanal dünyaya, kolaycı kısa yollar seçmeyi artık bırakarak. Çocuk Kitapları Enstitüsü’ne ve Sümeyye Kavuncu’ya teşekkürler bu güzel kitabı bu topluma kazandırdıkları için. Miriam ve onun gibi nicelerinin okunması dileğiyle.