Oyuncak Hikayesi
Bugün, alıştığım bir düzende geçip giderken çok eskilerden kalan, unuttuğum bir mektubun elime tesadüfen geçivermesi beni bambaşka yerlere götürdü. Ne bir eksik, ne bir fazla, bundan tam on yıl önce bana gönderdiğin bir dost selamını aldım. ‘Umarım yıllar sonra bu mektup bir kitabın içinden sararmış şekilde çıkar’ temennin kabul oldu nostaljik arkadaşım. Biliyorum, pek çok dileğin kabul olmadı, ya da artık seninle özdeşleştirdiğim dileklerinin yerini bambaşkaları aldı. Bu durumda sen geçmişteki sen değilsin artık. Benim de bambaşka biri olduğum gibi. Ne yazık ki bu değişimin yine dostlukla neticelenip neticelenmeyeceğini hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Bir oyuncak hikayesi ile noktalamıştık dostluğumuzu çünkü. Sen noktalamıştın, ben de ses çıkarmayıp kabullenmiştim. Oyuncak hikayen bana çok ağır gelmişti. Daha önce hiçbir hikayede kötü karakter olmaya alışkın olmadığım için ve hikayendeki karakterin kötülüğü acemi bir senaristin elinden çıkmış kadar göze battığından. Noktadan önce Kahire’den İskenderiye’ye giden bir tren üç nokta koymuştu hikayemize. Boşluklar o yolculuk sırasında doldu. O tren yolculuğu süresince sen kendi hikayeni tamamladın, yenilerini yazmak üzere. Benimse yazacak bambaşka hikayelerim vardı.
***
İnsan bir kez hayatın kendisine hep kötü oyunlar oynadığına inanmaya görsün, başına iyi bir şey gelebileceğine asla ihtimal vermiyor. Çok derinde bir yerlerde bir gün en iyi hikayeyi yazacağına dair bir umut hiç bitmiyor elbette. Ama bu umut şimdiye değin yaşanan tüm olumsuzlukların tazminatı olarak bellenince işte o hikayeye hiç başlanmıyor. En iyisini yaşamak için ne çok hikaye erteledim, ne çoklarından da vaz geçtim, oyuncak hikayemiz gibi, kim bilir.
Bu tamamlanmamışlık hissi ne de çok yoruyor insanı. Sanki hangi duyguya ihtiyacın olsa o duygun yarım, hangi uzvunu kullanmaya kalkışsan onun eksikliğini tam da o an fark ediyormuşsun gibi. Hep en iyisini yapmaya koşullanmışım. Ne kadar çabalasam da en iyi olamıyorum. İşin kötüsü en iyisi hangisi onu da bilmiyorum eski dostum. Hani bir gün bana, ‘başkalarını alkışlarken bir çocuğun ilk adımlarına el çırpan anneler gibisin’ demiştin. ‘Bir de sana edilen iltifatlara karşı tavrını izlesen keşke, bu kabullenmeyişin ardında alçak gönüllülükten çok kibir yüklü’. Derinlere dalmamak için oksimoron kelimesinin etimolojisinden bahis açıp asıl konuyu geçiştirivermiştim. O derinlere gittiğimde girdiğim savaştan haksız olarak çıkmaktan korkuyordum. Haklıydın. Sana o zaman da kızmak yersizdi. Mütevazi bir kibir bu bendeki.
Her şeyin fazlasıyla iyi yapıldığından, herkese layıkıyla davranıldığından, çevredekilerin ihtiyaçlarının eksiksiz karşılandığından, tam bir görev bilinciyle tüm sorumlulukların üstlenildiğinden emin olup bir yandan; bir yandan da herkesin gözünün içine bakıp memnuniyet haleleri toplamaktan yoruluyor bazen insan. Bir kapıkulunun görevi bir kapıya kul olmaktır. Herkes bir kapı kuludur bu hayatta ve tüm kapılar tutulmuştur. Ben sanki hem kimsenin kapıkulu olmamaya hem de tüm kapıları kontrol etmeye adamıştım kendimi. Herkesin mutluluğunun sorumlusu gibi hissetmekten daha yorucu ne var hayatta dersen, herkesin mutsuzluğundan kendini sorumlu hissetmek derim. Böyle söyleyince ne kadar tanrısal, ne kadar kibirli duruyorsa; yaşarken bir o kadar mütevazi, bir o kadar yardımsever duruyor insanın üstünde.
***
Her şey yolunda mı diye kontrol etmek, kapı kapı gezip herkesin yüzü gülüyor mu diye bakılmasından başlanıp günün sonunda kendine yaşayacak bir şey kalmayıncaya kadar devam ediyor. Elinde kalan duygu çoğu zaman bunca çabaya rağmen yetersizlik, bazen de kullanılmışlık oluyor. Sana ait bir şey bulamıyorsun o kapılarda. Yorgun argın kendi kapına döndüğünde ertelenmiş ve yarım kalmış bir yığın hikayenin arasında kocaman bir başarısızlık hissi kaplıyor içini. Başın dönmüş, öfkeden gözün kararmış şekilde terk ediyorsun o mahali derhal.
Sonrası tam bir kaos. İnce ince döşediğin her yol çizgin, öğrendiğin adalet terazin, pamuklara sardığın planların bir kenara savruluyor. Benim gibilerin cinnet hali bu olsa gerek. Bu öyle bir an ki, hayatına sanki senin hayatın değilmiş gibi, o anı yaşayan da sanki sen değilmişsin gibi keskin bir yön çiziyorsun ve de alelacele alınmış bir karar sonucu oluyor bu. Her şey o an kontrolden çıkıvermiş gibi geliyor. İşin ilginç yanı, kontrolü kaybetmek her zaman olduğu gibi kaynar su etkisi yaratmıyor üzerinde, avuçların terlemiyor ya da kafana ağır bir cisimle darbe almışsın gibi hissetmiyorsun. Aksine, serin bir rüzgar esiyor yüzüne önce, sonra tembel bir yazlıkçı gibi miskinleşiyorsun.
Her bir olasılığı hesaplamaktan yorulduğun halini bir yana atmış da rastgele zar atıp ne çıkarsa yaşayan bir zar adama dönüşüyorsun bir anda. Zarlar istediğin gibi gelmese de, o anı hayatının en şanslı anı gibi hissetmek istiyorsun. Yaşamın sana vermekten imtina ettiği gizil bir gücü, işinden keyif alan bir hırsız gibi korkmadan çalmak istiyorsun. Riskten aldığı hazzın bedelini her seferinde çok ağır ödeyen, yine de bu hazza doyamayan bir kumarbaz gibi. Çektiği acıların verdiği zararı bir kerede iyileştirecek bir ilaca yönelmiş dermansız bir hasta gibi. İşte öyle sarılıyorsun bu riskli yola.
Seni İskenderiye’ye yolcu ettiğim tren raylarda kocaman gürültüler çıkartıp ilerlerken, ben de bin bir güçlükle yolunda tutmaya çalıştığım hayatımın tiz bir sesle raydan çıkıp kaosla buluşma anının bana verdiği tuhaf hazzı deneyimliyordum. Kimse kırılmasın, incinmesin diye psişik enerjimin tamamını başkalarına boca edip kendime bir gram memnuniyet bırakmadığım hayatımda, başkalarının üzerine basa basa ve canlarını yaka yaka ilerlediğim o nadir ama çok sancılı dönemlerden bir diğeri başlamıştı işte. Dünyanın en nadide porselenlerinin olduğu bir salona bir fil gibi dalmak, saatlerce hazırlanan kat kat, bol kremalı, pembe bir doğum günü pastasının içine şlap diye elini daldırmak ya da pahalı bir arabayı daha ilk binişte bile isteye bariyerlere çarpmak gibi bir histi bu. Arsız, doyumsuz, kasıtlı, zarar vermelere doyamayan. Ama kendinden hiç beklenmediği için herkesi şaşkına çeviren.
***
Anlatıp sessizliğe büründüğün o oyuncak hikayesini yazarken sen ne kadar duygu yüklüysen, ben de okurken bir o kadar arınmıştım tüm duygulardan. Ne kadar uğraştıysam da hatırlayamamam ondan. Duyguyla hatırlarım en eski anılarımı bile mutlaka oysa. Bu hikaye üzerine ara ara çok kafa yordum bir bilsen. Hatırlayabilmek için ne çok uğraştım. On yıl önce kullandığım tüm iletişim adreslerimi tek tek kontrol ettim. Ama hiçbir yerde hikayenin senin anlattığın halini bulamadım. Hikayeleri silmem kolay kolay bilirsin. Ama silmişim o değerli oyuncak hikayeni. Adreslerimden de, zihnimden de silmişim işte.
Oyuncak hikayesine dair hatırladığım tek şey, senin çok ama çok kırıldığın, benim seni çok ama çok kırdığım. Bu kadar. Olursa diye ödünün koptuğu, olmaması için ayaklarının ucuna basa basa yaşamaktan yorulduğun şeyin olsa da kurtulsak hissiyle çarçabuk ve bir o kadar nobranca nihayete erdirilmesinin verdiği çarpık bir güvenlik hali. Bu tip kaza anlarını ve uzunca geçmeyen yara izlerini sonrasında da deneyimledim ara ara, yine tuhaf bir haz eşliğinde. Başkası kırılmasın diye kendini inciten ben nasıl oldu da kanata kanata uzaklaştırdım seni kendimden? İşte onu uzun süre hiç düşünmedim, sonra da bir anlam veremedim.
İnsan, en mahir elleriyle inşa ettiği güvenlik duvarının kendisine armağan ettiği konforla çürüyor bazen. Zaten sürekli teyakkuz halinde olduğundan, kendisini hiç bir zaman tam olarak güvende de hissetmiyor. Sen tüm zırhlarını kuşanmışsın, üstelik elinde geçiş izni olanların listesi, bekliyorsun krallığının kapısında. Tanımlayamadığın bir koku, bir tat, bir yüz ve ruh beliriyor aniden. Sanki çok önceden tanıyorsun ama davetli listende yok. Açıyorsun tüm kapıları tuhaf bir kaygı ve sevinçle. Sonra tarih sayfalarına çarşaf çarşaf geçen bir Moğol istilasıyla uyanıyorsun.
Nihayetinde zıtlıklar üzerinden eğitilmiş bir zihin bir yerde ve illaki basit sorularda hata veriyor. Herkes büyük sorulara kendine göre bir cevap verir, tek bir cevabı yoktur çünkü onların. Basit soruların cevabına hazırlanmaya ise gerek yoktur. Gönlünce cevaplarsın onları. İşte bu yüzden Kartezyen Descartes halt etmiş diyorum, zıtlıklara bölmek kadar basit olsaydı hayat keşke.
***
Sen İskenderiye treninde o üç noktayı nasıl doldurdun acaba. Akşamdan hazırlayıp eline tutuşturduğum günlük kelime listesini hiç kullanabildin mi? Dar sokaklarda o çok sevdiğin kamerana şehrin Fransız pencerelerini doldurabildin mi? Beyazın mavinin ve kumun muhteşem karışımını o şaşırtıcı Şubat sıcağında içine çektin mi? Kayıtbay Kalesi’nden Akdeniz’e bakarken, ‘Denizin bu yakasında olduğumuza hala inanamıyorum’ diyerek o heyecanlı kahkahanı attın mı? Yoksa o şaşmaz sezgilerin ve sen trene bindiğiniz an, istasyondaki zoraki gülümsemeni sana verdiğim listeyle birlikte buruşturup attın mı bir çırpıda? Tren seni yalnız başına kuzeye götürürken ben yanıma başka bir hikaye alıp güneye yol alırken, aramızdaki mesafeyi artık dünyanın yuvarlaklığının bile kapatamayacağına mı inanmaya başladın?
İnsanın zihnindeki bir imgeye, bir kişiye dair var olan imaj en çabuk ne zaman değişir? Balyoz darbeleriyle yavaş yavaş mı, yoksa dinamit lokumuyla birdenbire mi? Yok olur mu peki hepsi? Yerlere göklere sığdıramadığı arkadaşından, sevgilisinden ayrılırken insan; neden hep en şeytani sıfatlarla lanetler ederken bulur kendini arkasından? İnsan bu kadar kısa zaman diliminde yaşadığı bilişsel çelişkiyi nasıl yener, nasıl kurtulur kendi kendini yalanlamaktan? Kendimizi savunmaktan yorgun düşmüş bir türüz biz. İletişim dediğimiz şeyse rabarbadan öte gitmiyor çoğu zaman. Hal böyleyken, kendi zihnimizde kendimize dürüst olmak bize acı vermekten başka ne işe yarar ki, öyle değil mi?
***
Ben senin kadar, ya da hayalimde canlandırdığım senin kadar hızlı dolduramadım o üç noktayı. Batmakta olan küçük bir ülkenin döviz kuru kadar hareketli geçirdim sonrasını. Güney, birlikte gittiğimiz Sinbad’ın ülkesi gibiydi. İhtişamlı kapılar, çöl bitkileri ve kertenkelelerin uyumu. Oryantalist diye kızdığım Batılılar gibi egzotizmden gözü dönmüş özgür bir gezgindi dışım. İçimse zar adamın zarların sonucuna göre davrandığı her adımındaki korku ve heyecan karışımının yarattığı çocukça bir sevince hapsolmuştu. O yüzden sen aklıma öyle az geldin işte. Seni vicdan azabı yapmayışıma üzülmeyi bile erteledim o coşkuyla.
‘Çok güldük, ağlayacağız’ diye kendini susturan genlerimiz var bizim. ‘Döner dolaşır seni bulur’ gibi özlü sözlerimiz de. Zaten Budapeşte’den Gül Baba’ya bir selam vermeden ayrıldım diye başıma geleceklere karşı beni uyarmıştı Kalkandelen’deki bir derviş. Hayatımın en mutlu günlerini geçirdiğim o güneyden sonra kendime çok zor döndüm ben. Üç noktayı doldurmam yıllarımı aldı. Kale kapısında heyecanla karşıladığım, davetli listesinde olmayan hani, ama bir yerlerden tanıyorum hissine kapıldığım o yüz, o ruh tarafından önce esir alındım. Tüm kervansaraylarım, kütüphanelerim, o canım ormanlarım Moğol istilasıyla tarumar edildi. Sonra o tren istasyonunda seni yolcu ettiğim gibi yolcu edildim başka bir istasyondan.
Senin oyuncak hikayeni hala hatırlayamıyorum. Bu yüzden hikayeyi baştan yazdım. Bu hikaye seninki değil. Benim de değil elbette ve hatta Moğol istilacısının hikayesi hiç değil. Dikkatini nereye verirsen orada ve dikkatini verdiğin biçimiyle bir hikaye doğuyor çünkü eski arkadaşım. Her hikaye, içinde barındırdığı imge sayısınca ve de o imgeleri görenler ve görme biçimleri kadar çok sayıda, yazılır da okunur da. Hep bu yüzden işte, üç nokta kalmasın diye.
Delilik Sözleşmesi
Görsel: sunsetoned