Çocukluk Anılarındaki Devler
Hatırladığınız ilk anınız hangisi? Benimki 3 yaşımda yaşadığım bir kaybolma öyküsü, evin yolunu kendim bulabildiğimi çok sonraları hatırlayabildim. Peki, geçmişiniz üzerine düşünürken bir anda hatırladığınız, aklınıza geldikçe çok önemli görmeyip belki gülüp geçtiğiniz ama dikkatli bir gözle baktığınızda sizi tuhaf bir şekilde derinden etkilediğini fark ettiğiniz çocukluk anılarınız hangi yaşlardan?
Bilgiye erişimin bu denli kolay olduğu ve bilginin işlenmesine bu kadar uzak olunan tuhaf zamanlardayız. Böyle bir durum bilgiye yabancılaşmayı, bilgiyi işlevsel hale getirememe sorununu doğuruyor. Bunun en çok da psikoloji alanında yaşandığını düşünüyorum. Yaşam öyküsünü daha iyi bir yere taşımak, sorunlarını çözmek, daha iyi bir ben’e sahip olmak isteyenler derya deniz kaynaklar arasında işin bir ucundan başlayarak hevesle kulaç atıyor. Öğrendikçe heyecanlanıyor, yeni bilgilere erişmek istiyor. Sonra içindeki umudun karamsarlığa dönmeye başladığı bir dönem geliyor; bilgi doygunluğu, bilgi yorgunluğu anı. Sosyal medyadaki aforizmaların yinelenmesi, aynı konuların bir başka metotla ele alınması, teorik bilginin yinelenip durması dertlerimize bir anlam vermemize yarasa da hayatımızı daha yaşanılası kılmayabiliyor çoğu zaman.
Bir şeyler eksik kalıyor hissiyle bilgiye küsmek yerine onu yaşayan bir forma dönüştürmenin yollarını bulmak zorundayız. Zira psikolojiyle olan bu neşeli temasımız, öğrendiklerimizi salt zihnimize değil, benliğimizin sunağına adamadan elle tutulur bir hal almayacağa benziyor. Somut bir adım için, çocukluk anılarına yetişkin halimizle yapılacak bilinçli bir yolculuktan elimiz boş dönmeyeceğimiz muhakkak.
Es Geçilen Çocukluk Anıları
Psikolojiyle olan yoldaşlığın her zaman çocukluk anılarıyla kesiştiğini hepimiz biliriz. İşin en zor kısmı da buradadır ve genellikle bir terapist marifetiyle ince ince işlenir. Yine de kendi kendine terapinin yolları da vardır ve insanın geçmişine uzanarak dipte köşede kalmış anıları bulup çıkartması ve o anıdaki çocukla hemhal olması, yaralarını yetişkin haliyle sarmaya çalışması oldukça öğretici, alabildiğine iyileştiricidir.
Hepimizin çocukken yaşadığı kırılma anları vardır. Bu anlar tek başına dönüştürme gücüne sahip sihirli anlar değildir elbette. Ancak, yetişkin davranışlarımızı belirleyen, nasıl bir kişiliğe sahip olacağımıza katkı sunan pek çok etmenin yanı sıra seyredip yolculuğun tadını değiştirirler. Bu kırılma anları her zaman büyük travmalar olmak zorunda değildir. Travmatik anılarla çalışmak, bir uzmanın yardımı olmaksızın sağlıklı sonuçlar doğurmaz zaten. Benim burada dile getirdiğim anılar, ağır travmalar değil. O anın koşullarıyla normal görüldüğü için es geçilen, ancak bizde iz bıraktığını yaşam öykümüzü bilinçli bir yetişkin gözüyle gözden geçirirken fark ettiğimiz anılarımızla çalışmanın bugünkü yaşamımıza olumlu katkısı olacağını hatırlatmak istiyorum.
O anıdaki çocuk ben’i teskin etmek, ona anlayacağı dille olan biteni anlatabilmek, hak ettiği ve ihtiyacı olan sevgi ve şefkati sunmak teorik bilgiyi işlevsel hale dönüştürmek için güzel bir başlangıç olabilir. Çünkü bir çocuğun yaşadığı duygulanımı anlayabilecek en iyi kişi, onun yetişkin halidir. Yetişkin gözünden çocukluk anısına inildiğinde o an yaşanılandan ne anlıyorsa o çocuk, yetişkin haliyle ayırt edebilir. O duyguyu ayırt edebilmek için öncelikle anıyı canlandırmak gerekiyor. Hatırlayabildiğiniz kadar çok detay, renk, mevsim, koku ve zamana ihtiyaç var ve tabi bir de sakin bir ortama. Çocuk benle iletişimimizde bize en çok kılavuzluk edecek bilgi ise, o çocuğun büyüklerin dünyasında neler hissedebileceği olmalı.
Büyüklerin Dünyasında Çocuk Olmak
Çocuk, yetişkin dünyasında, onu yetişkin gözüyle gördüğümüzden çok daha küçüktür. Bedensel olarak küçük olmasının verdiği endişe, yaşamı anlamlandırmak için yaşadıkça gelen tecrübe ve birikimin henüz çok kısıtlı olmasıyla birleşir. Böyle bir durumda ailesi, okulu ve tanıdığı yetişkin grubunun değerlendirmelerine fazlasıyla açıktır.
Öğrenme süngeri değildir sadece o, aynı zamanda etrafındaki duygu ve yargı iletilerini hızla çeken de bir süngerdir. Çünkü bu yakın yetişkin grubu, henüz sorgulayamayacağı birer otoritedir onun için. Gelen iletileri doğru-yanlış, haklı-haksız, objektif-subjektif diye analiz edemeden kabule eğilimi vardır. Gelen mesajlara direnebilecek yetkinliği sonrasında kazanacak olsa da, o dirençsiz ilk çocukluk yılları çocuğun yaşam öyküsünün anlam temellerini oluşturan zamanlardır. Böyle değerlendirildiğinde bir çocukla teması olan bir yetişkinin sorumluluğunun büyüklüğü ve toplumun bu konudaki bilinçsizliği ve özensizliği insanı hayrete düşürüyor, öyle değil mi?
Savunmasız bir çocuğun maruz kaldığı büyük travmaların onun yetişkin hayatında nasıl belirleyici olduğunu biliyoruz. Ancak, toplumun olanca doğallığıyla tepkisiz kalabildiği, yetişkin dünyasında çok sıradan karşılanıp günlük hayata hiçbir şey olmamış gibi devam ettiği, hatta zaten öyle olmalıymış gibi düşünülen bazı deneyimler, çocuk dünyasında bir yetişkinin tahmininin çok ötesinde sonuçlara neden olabiliyor. Çünkü çocuk, kendisine yapılan her muameleyi ‘normal’ olarak algılayacak, otoriteyi ‘her daim haklı’ görecek kadar kırılgan ve savunmasız.
Ağır Bedelli Avukatlık
Çocuk ve yetişkinin son derece orantısız iletişimine dair bir çocukluk anımı analiz ederek devam etmek için sizi ilkokuluma götürüyorum. 4. sınıftayım. İstiklal marşı töreni. Tüm okul, bahçede toplanmış. Güneşli bir bahar günü. Marşı söylerken bizi yönlendiren bir öğretmen yok o gün. 5’lerden biri sahnede. Onların sınıf öğretmeniydi sanırım, Hikmet Öğretmen, sahnedeki çocuğu bir sebepten azarlıyor. Ne kadar uğraştıysam bu kısmı geri getiremedim. Ben ön sıralardayım ve çocuğu savunan bir cümle söylüyorum. Bu cümle de yok hafızamda. Ama sonrası capcanlı. Hikmet Öğretmen bana doğru eğilip davudi sesiyle “sen onun avukatı mısın” diye bağırıyor. “Avukatı olabilirim” diye cevap veriyorum, 9 yaşındayım sadece ve o an tek kaygım sahnede herkesin önünde küçük düşürülmüş çocuğun ağlamaklı halinin içimi fazlasıyla acıtması. “Terbiyesiz” diyor davudi ses. Geniş bir kalabalık duyuyor. Sahnedeki arkadaşımla aynı kaderi paylaşıp utanca boğuluyorum. Anının bu kısmı ilk kez bir EMDR seansında geri gelmişti. Hikayenin sonrası çok daha kalıcı sahneler.
Akşam anne babam eve geliyor. Aralarındaki konuşmadan benimle ilgili büyük bir sorun olduğunu anlıyorum. Bu konunun gündeme geleceğini biliyorum ama bir parça özne olmayı beklemişim sanırım. Öyle olmadı. Hikmet Öğretmen sevdikleri biri değil, dostlukları yok ama öğretmen arkadaşları. Belki de en çok bu yüzden onu önemsiyorlar. Ona ve etrafa ‘ayıp olmaması’, benim duygularımdan bile daha önemli olmalı. Zira konuyu bile benden detaylıca dinlediklerini hatırlamıyorum. Akşam karar veriliyor, ertesi sabah elime bir buket çiçek tutuşturuluyor ve doğruca Hikmet Öğretmenin sınıfına gitmem öğütleniyor, gidip özür dilemem.
Davudi sesli adam incinmiş. Avukatı olabilirim lafı, yetişkin olgunlukta olması gereken kocaman öğretmeni kırılgan biri yapmış. İncinen egosu tüm okulun önünde 9 yaşındaki bir çocuğa terbiyesiz diye bağırarak da rahatlamamış anlaşılan. Bunları özür sahnesi sonrası öğretmenin yüzünde beliren mimikleri asla unutmayan yetişkin ben anlıyor. 9 yaşındaki benin hissettiğiyse kocaman bir utanç ve suçluluk duygusu olmuştu. O sınıfa girdiğimde, masasına giderek belli belirsiz ‘özür dilerim öğretmenim’ diye mırıldanmamdan o an nasıl bir haksızlığa uğradığımı görenin sadece yetişkin ben olmadığını biliyorum. Anının bana geçirdiği duygu anlaşılmamak, şaşkınlık, hayal kırıklığı, haksızlığa uğramak, çaresizlik ve en çok da utanç. Söylediğim iki kelimenin bedeli bu denli ağır olmamalıydı. 9 yaşındaki bir çocuk bile bu bedeli hesaplayabilirken yetişkinlerin soyut düşünüp değerlendirmekte bu denli aciz kalması, onların kendi yaralarını sarmak için hiç gayret göstermemeleri mi sadece? Yoksa genel olarak toplumsal kanının-90’larda çocuk psikolojisi pek revaçta değildi- çocuğun insan onuru, saygınlığı hak ettiğine inanmaması mı. Bugün çocuğun insan onurunu, saygınlığı, hakça muameleyi ne kadar hak ettiğine inanılıyor peki?
Hangisi Destekleyici Olurdu?
Çiçeği alma lütfunda bulunmadı majesteleri. Böylelikle yok yere ettiğim özür de çöpe gitmiş oldu. Çiçeği yavaşça masasına bıraktığımdaki o abartılı düşmanca mimikleri hala aklımda. Bir de öğretmenlerini çiçekli özür şovuna tek kelime etmeyecek kadar üzmüş bu kızın ne yapmış olabileceğini sıralarında kara kara düşünen öğrencilerin şaşkın yüz ifadeleri.
Hikmet Öğretmenin sınıfından büyük bir mağlubiyet duygusuyla çıktım. Dünya tekinsiz bir yer konseptimin inşasına kocaman bir tuğla ekleyerek. Çatışmayı göze almak için daha tedirgin, eylemden çok düşünceye meyilli, tutarlılık ve güven duygusundan bir adım daha uzaklaşmış, hatanın bedeli bu kadar ağırsa hata yapmamalıyım kodunu almış, kendi duygularının önüne hep başkalarını koyma eğilimine girmiş, içindeki muhalefet edebilme özgüvenini ve dolayısıyla özgünlüğü bir parça kaybetmiş biri olarak çıktım o sınıftan.
En başta da anlatmaya çalıştığım gibi, tek bir olay, kırılma anı olsa da bir insanı tamamen dönüştürmez. Kırılma anları, büyük katkılar sunar yekun zarara ya da sağlıksız değişime. Sağlıksız değişim, çocuğun hayatındaki yetişkin otoritelerin büyük oranda konsensüsü ile gelir elbette. Burada, anne babadan gelecek destekleyici bir tavır fazlasıyla iyileştirici olurdu örneğin. En azından Hikmet Öğretmenin tepkisinin ona özgü olduğu anlatısı, küçük bir çocuğun olay karşısında hissettiği duyguları genellemesine engel olurdu. Kızlarının hiçbir surette bir ‘terbiyesizlik’ yapmayacağını cümle aleme göstermenin telaşı yerine ebeveynimin olaydaki orantısız yetişkin-çocuk ilişkisine müdahalesi destekleyici olurdu. Toplumsal ilişkiler bu kadar önemliyse hiç olmazsa bu dev soruna dair yüzleşmede yanımda olmaları gerekirdi. Bu olayda ebeveynin desteğinin eksikliği, kendini bilmez bir öğretmenin verdiği hasardan çok daha güçlü olmalı çocuk için.
Sınıf öğretmenimin bu anımda hiç yer almaması ayrıca düşündürücü. Çocuk için etki sırasında anne babadan sonra gelen sınıf öğretmenimin-bana ‘kefil’ olacağı kadar başarılı bir öğrenciydim- beni kollayıcı bir davranışta bulunmaması da devler sahnesinde beni iyice yalnız hissettirmiş olmalı. Yapılacak değerlendirmeler uzayıp gitse de, yetişkinlerin şişkin egolarını o anlık hoş tutmak için bir çocuğun yaşam inşasına yaptıkları olumsuz katkıların analizini burada bırakalım ve çocukluk anılarına yolculuğun neden önemli olduğunu tekrar hatırlayalım.
Çocukluk Anıları Bize Ne Öğretir?
Ne travmalar var, anlatısının yaygınlığı nedeniyle önemsemeyip es geçtiğimiz çocukluk anıları, bizi bu anıların yaşamımızı nasıl etkilediğini hesaplayamaz hale getirebilir. Böyle bir travma yarışı, bir yetişkin olarak çocuklarla iletişimimizi de hakkaniyetten uzaklaştırabilir. ‘Biz neler yaşadık eşek sıpası’ komikliği daha sağlıklı, daha özgüvenli ve insanca potansiyelinin farkında çocuklarla sonuçlanmıyor. Bu yüzden en çok da es geçilen anılara bakılmalı, normalleştirilen adaletsiz yetişkin-çocuk iletişimine daha yakından bakılması gerektiği gibi.
İnsan dönüşmek için kolları sıvadığında önünde uzun bir yol olduğunu görüyor. Bu yolda çocukluk anılarımız, geride kalan ama şimdiyi ve gelecekte olanı etkileyip duran mihenk taşları sanki. Kısa dönem avukatlık anımla hatırlamak ve size hatırlatmak istediğim şey, es geçtiğimiz çocukluk anılarımızın bize bireysel ve toplumsal düzlemde anlatmak istediklerine kulak vermenin, teorik psikoloji yolculuğumuza katkı sunacağı. Bireysel olarak bize katkısı, bu anıların iyileşmek ve kendimizi anlamlandırma arayışında epey basamak atlattıran sağlam birer adım olmaları. Yetişkin halimizde anlam veremediğimiz davranışlarımızın kökenini hiç ummadığımız bir çocukluk anısında bulup dönüşmek için onları bir başlangıç noktası kabul edebilmemiz-ki zaten psikoterapi de bu şekilde işliyor.
Toplumsal olarak çocukluk anılarımızın önemi ise insan olmamızın sorumluluğuna dahil olarak empatiyi hissedebilmek. Bir çocuğun, yetişkin iletilerini nasıl aldığını ancak çocuk ben’inizle iletişim kurabildiğinizde anlarsınız. Yetişkin halimizle, çocuk ben’in maruz kaldığı adaletsizliğe bizim de söyleyecek iki çift lafımız her daim olsa da, bir yetişkinin karşısındaki o çocuk çaresizliğini hissetmek ve bu bilinçle çocuklarla iletişim kurabilmek bambaşka bir toplum yapısıyla sonuçlanırdı muhtemelen. Saygının ve hakların yetişkin ve çocuk olarak çift taraflı işlediği kurallar bütününü kabul eden bir toplum, eminim daha hakkaniyetli ve daha az kalbi kırık bir toplum olurdu.
Görsel: leahkelleyphotography