DEVEKUŞU TERBİYECİSİ

Bizim Yorgunluk Toplumumuz

Yorgunluk toplumu kavramı, çok sevdiğim çağdaş filozof Byung Chul Han’a ait. Güney Kore asıllı bir Alman vatandaşı olan Byung Chul Han, kapitalizmin 80’lerden itibaren tüm dünyada sert bir şekilde hissedilen finans kapital ve hizmet sektörüne dayalı neoliberal versiyonunun toplum ve insan üzerindeki etkileri üzerine düşünmeye devam eden biri olduğu için değerli biri benim için. Devam eden diyorum, çünkü 90’ların ve 2000’lerin sosyal bilimler literatüründe çok popüler olan neoliberalizm eleştirileri, bugün artık klişe olarak görüldüğünden, eskisi kadar ilgi görmüyor.

Eleştirel yaklaşıma yönelik ilgi yitimi, sadece klişeleşmesinden değil elbette. Neoliberalizmin sunduğu ya da doğurduğu sosyokültürel dünyanın artık her yerde doğal, normal, verili bir gerçek olarak kabul edilmesinden kaynaklanıyor bu bıkkınlık hali. Oysa kültürel ve toplumsal olarak da, insan davranışları açısından da neoliberalizm asıl meyvelerini tam da içinde bulunduğumuz dönemde veriyor: Yorgunluk, tükenmişlik, memnuniyetsizlik ve depresyon olarak.

Toplumumuzun şu an içinde bulunduğu ekonomik, siyasal ve sosyal yorgunluğuna bağlı olarak yorgunluk toplumu başlığının altı çok daha farklı bir şekilde doldurulabilirdi belki, onu bir başka sefere bırakarak Byung Chul Han’ın yorgunluk toplumu kavramı bağlamında ele alalım bizim yorgunluğumuzu da. Neoliberalizmin yorgun toplumuna ve öznesine bakalım önce. Sonrasında kendine has neoliberal kültür yapısı içinde yorgun düşen toplumumuza göz atarız.

Tüketim ve Gösteri Toplumu Yorgun Düştü

Byung Chul Han’ın yorgunluk toplumu tasviri, 20.yüzyılın üretime dayalı disiplin toplumunun yerini alan ve gösteriyi ve teşhiri temel alan bir performans toplumuna dayanır. Bunun hemen öncesine gidersek, kapitalizmin tüketmeyi teşvik eden neoliberal kurgusunda tükettiğimiz kadar var olduğumuz kuralıyla karşılaşırız. Buna göre, tüketimi büyük bir gösteriyle yaparız ve sahnedeki gösterimiz ölçüsünde alkış alırız.

Bu tüketici ve gösterişçi yeni insanı ve ondan müteşekkil toplumu, Baudrillard’ın Tüketim Toplumu ve Debord’un Gösteri Toplumu ile birlikte okumak gerekir bence. Yine de yorgunluk toplumu, daha çok bu ikisinin bir sonucu gibi görünüyor. Tüketimin verdiği uçuculuk hissiyle birlikte gösteri hırsının getirdiği bir yorgunluk bu çünkü.

Bilindiği üzere sanayi toplumunun üzerine inşa edildiği mekanizma, sürekli bir meta üretimiydi ve bu da dışsal bir disiplin gerektiriyordu. Yani insan, iradesi dışındaki yapıların talimatlarına tabi olarak edilgenleştiriliyordu. Bir diğer deyişle bir başkası tarafından sömürülüyordu. Sanayi sonrası neoliberal toplumda ise yine buyurgan bir üst yapının bireyi yönlendirmesiyle karşı karşıyayız elbette ama bu kez bu buyurganlık bireye özgürlük alanı tanıyor gibi davranarak sinsice edilgenleştiriyor onu, sinsice ve fark ettirmeden elinden alıyor özgürlüğünü. Böylece aslında insanın kendi kendisini sömürmesi sağlanıyor.

Tam burada, zihinlerimizde şüphe götürmeyen bir gerçeklik olarak yer etmiş olan, çağımızın o meşhur mottosuna geçelim: ‘En iyisi ol’. İnsanın kendine yaptığı somut ve soyut tüm yatırımların amacı, daha iyisi olabilmek çünkü. Zaten dolaylı bir şekilde dayatılan en iyi, en başarılı, en zengin olma emri, kişiye başka bir şans bırakmıyor. Bunu gündelik hayatımızdan cümlelere döktüğümüzde şöyle bir resim çıkıyor karşımıza: Hedef rahat bir emeklilik, iyi bir toplumsal statü, konforlu bir hayatsa eğer; buna ulaşmak için kendime daha çok yatırım yapmalıyım. Daha iyi bir üniversitede okumalıyım, daha çok dil bilmeliyim, sosyal aktivitelerim en göz alıcı olanlardan olmalı, CV’m pırıl pırıl, algı yönetimim ve bedenimi kullanış biçimim liderlere has olmalı. Asla incinmiş ya da mutsuz görünmemeliyim. Hep ama hep pozitif olmalıyım. Gittiğim tatil, işyerine döndüğümde arkadaşlarıma bahsedebilecek kadar havalı, yaptığım evlilik yakın çevremde örnek gösterilecek kadar mutlu, çocuklarımın okulu sunduğu aktivitelerle övünecek kadar pahalı, hayatım sosyal medyada gıpta edilecek kadar ışıl ışıl olmalı.

Tüm bunları biliyoruz sadede gel derseniz, konu da tam bu zaten. Kanımca klişeleştirilen yer tam da burası. Kendimden biliyorum. İnsanı parlatmaya yarayacak kişisel gelişim bilgileri bezeli işlerim (ki bunu yaparken birey özne olabilsin amacıyla yapıyorum bu işleri aslında) takdir görürken eleştiriye dayalı kurgulanan çalışmalarım rağbet görmüyor. Çünkü insan kendisiyle yüzleşmekten mümkün olduğunca uzaklaştırılıyor bu sistemin devam edebilmesi için. Gösteri yanı, sahne kısmı parlasın da içsel yanımız küflenirse küflensin önemli değil, düşüncesi dayatılıyor zihin dünyalarımıza. Hep iyi görünmek, hep en iyisi olmaya çalışmak, makbul sınıfın arasına girmek çok yorucu olsa da, insan kapasitesinin üstünde olsa da, yorgun düşsek de bundan, performansımız kadar öznelik payesi veriliyor bize. Bunu alıyoruz ve kabul ediyoruz hayatlarımıza. Bu konuya dikkat çekenlerin üstünü çiziyoruz, hayata dair elimize tutuşturulan izlekten ayrılıp yolumuzu şaşırmayalım diye. Ya düşmanlaştırıyoruz ya da indirgiyoruz sistem dışından konuşanları.

Performansın Kadar Öznesin

Tüketime odaklanılan bu kurgu insanın günlük yaşamını, insanlık algısını, kendilik algısını,  sosyal yaşamını, doğayla ilişkisini nasıl etkiliyor olabilir? Aslında deliliksözleşmesi’nin hemen tüm yazıları bu konular etrafında dolanıyor. İnsan kendi gelişimini kendisi için mi, yoksa başkaları için mi yapıyor. İnsan attığı tüm adımlarda ve aldığı tüm kararlarda aslında neyi referans alıyor? Performansın kadar öznesin ne demek peki? Özetle, performansın kadar özne olduğun bir toplumsal yapıda, insanların takdirini kazanacak şeyler yaptığın ölçüde var olursun ve de ‘alkışlarla yaşıyorum’un biraz daha steril halidir bu durum aslında.

Artık sanayi toplumunun seni sömüren dışsal etkilerine ihtiyacın yoktur. İçsel bir motivasyonla, kendi tercihinle kendi kendini sömürmeye başlarsın. Işıltılı bir kariyer hayatı için aldığın tüm eğitimler, sindirip hayatına uyguladığın bilgileri barındırmak zorunda değildir. Gerçeğin ötesinde bir hipergerçeklik vardır ve bu, gerçekten daha değerlidir. Sanki bir sahnedesindir ve eve döndüğünde zorlu bir performansın ardından tükenmiş haldesindir. Her şey kendine dairken, bu kadar kendine ait olmayan bir hayatın nasıl olabileceğini sorgulamaya takatin bile kalmamıştır. Ve en kötüsü; en iyi çalışan, en iyi anne-baba, en iyi öğrenci olmak için verdiğin tüm emeklerin sonucunda en iyi olmama ihtimalin çok yüksektir. Çünkü matematiksel olarak en iyi olmak sadece birine ait olacak bir sıfattır ve bu istatistiksel olarak da çok mümkün değildir.

Bu kez sosyal hayatında en iyi olma şansını denersin. Arkadaş buluşmaları, baby-shower’lar, cinsiyet öğrenme partileri, düğünler, date’ler ya da hafta sonu toplu etkinliklerde öğrendiğin benlik sunumlarını, retorik ve iletişim sanatlarını performe etmeyi denersin. Her bir etkinliğin şablon performansları her nasılsa illaki bir şekilde ortaya çıkar, trend olur ve sen de herkesi takip edersin. Hep bir şeylere yetişmek, bir şeyleri yakalamak zorundasındır ama neye yetişip neyi yakaladığını sen bile unutursun çoğu zaman.

Tüm bu boş zaman etkinliklerinde, yani öznenin kendi seçimi olan zamanda bile özgür değilsindir aslında. Üzücü ve kırılması güç olan da budur belki de: kendi kendini sömürüyor olman. Kendi rızanla, kendi hür iradenle yapıyor olman tüm bunları. Sanki sen istiyormuşsun ve başka bir alternatif mümkün değilmiş gibi. Performans toplumu işte böylece üretir yeni gerçekliği de, makbul özneliği de.

Yorgunluk ve Depresyon Çağı

Çağımızın en büyük dogması, ‘başka bir hayat mümkün değil’dir bence. Başka olanın imkansızlığı. Bu dogmaya sarılan insanın izlediği yol da şudur: Verili koşulların imkansızlığını tartışmak yerine, sistemi vazgeçilmez doğru kabul edip hayattaki tek gerçekliği olan biricik yaşamını performansa dayalı bir yerden inşa etmeye çalışmak.  Bunun sonucunda elde kalan da şudur: Yeterince ‘başarılı’ görülmediğimiz takdirde içsel bir yetersizlik duygusuyla kendimizi suçlamak, depresif bir ruh halinin kronikleşmesi, tatminsizlik hissine bürünmüş yaşamlar.  Ya da daha genel görünen şekliyle narsistik kırılmamızı ego savaşları üzerinden bir başkasına yansıtmak. İndirgediğimiz, küçümsediğimiz oranda yüceldiğimizi sanmak. Bu ikincisi bizimkisi gibi gelişmemiş toplumlar için daha kullanışlı bir alternatif oluyor maalesef.

Her iki durumda da bir yorgunluk, bir tat alamama, tükenmişlik ve anlamsızlıkla bezenmiş özneler çıkıyor karşımıza. Yine de sistem sorun çözmek için vardır: Tükenmişliği aşmak için de reçeteler hazırdır zira. İnsanın biricikliğine, her bireyin kendine haslığına salvolar yapıştıran kişisel gelişim rehberleri, şablonlar halinde iyi yaşamlar vaat eder.

Oysa zenginliğin formülünü, mutluluğun sırrını, iş görüşmesinin altın kurallarını, vazgeçilmez kadın/erkek olmanın 6 yolunu, stresle başa çıkma yollarını ne kadar öğrensek de bize vaat edilen sonuçlara erişememek en başta kendimize olan saygımızı, sonra da güvenimizi kaybetmemize yol açar. Verili hayatlar yaşamaya başlamak, kendimizi keşfetme yolculuğu olan bu hayatın kendimizce anlamını en baştan yitirmemize neden olur.

Performansa dayalı özne olma dayatması, insanı dışsal ve içsel yanlarıyla bir bütün olarak kavramayı çok demode bulduğundan; eksik bir yan, bir nevi yarım kalmışlık da bırakıverir insanın kucağına. Sadece birey olarak yarım kalmışlıktan söz etmiyorum. Bu durum aynı zamanda sosyal bir varlık olan insanın temel toplumsal ihtiyaçlarını karşılamasına da engel olduğundan, toplumsal bir ‘olmamışlık’tan da bahsediyorum.

Rekabete ve üstünlük hırsına yol açan bu kurgu, dostluğu, ortak bir kamusal hayata iştirakçi olmayı, samimi paydaşlıklar kurmayı gereksiz belleterek imkansız kılıyor. Bireye göre ‘öteki’ni sadece kendi pırıltılı benliğinin bir kanıtı durumuna indirgiyor. İçsel tatmini asla yakalayamamak üzerine kurulu bu yorgunluk toplumu, öteki’ni ancak bir haz unsuru ya da kendi benliğinin teyidi addederek, -işin en tat kaçırıcı yanı olarak da- ötekini sadece kendi benliğinin uzantısı olarak görmeyi normalleşiyor. Hal böyle olunca da, en temelde başkası üzerine kurulu hayatlar, başkasının varlığını hiç tanımadan, ona yaşam hakkı tanımadan büyük bir bencillik ve memnuniyetsizlik içinde devam ediyor.

Bizim Yorgunluk Toplumumuz

Bizim yorgunluğumuzun hikayesi bambaşka şekilde de anlatılabilir. Ancak yorgunluk toplumu kavramı bağlamında, gelişmiş ülke toplumlarından farklı olarak bize has yorgunluklardan da bahsetmeli. Byung Chul Han’ın toplumu gibi Pisa testlerinde zirveye oynayan bir eğitim sistemimiz yok. Biz bu yüzden yorgun değiliz. Eğitimin toplumda sınıf atlama ya da sosyal statü kazanma aracı olduğu dönemler benim çocukluğumda kaldı. Öte yandan, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ülke nüfusunun çoğu, rekabette öne çıkmak için daha donanımlı olmaya mecbur kalan beyaz yakalı değil. Rakiplerden sıyrılmanın farklı yolları mevcut burada. Bu sebeple pek azımız gerçekten kariyerizm mağduruyuz.

Neyse ki küresel dünyanın gelişmiş ve gelişmemiş ayrımını pek yapmadan her kesime sunduğu bir dijital yorgunluğumuz var. Enformasyon yorgunuyuz. Uçucu bilgileri ve baş döndürücü hızla yanıp sönen gündemi takip etmekten, ertesi gün hepsini unutmaktan, hızla trend olan yaşam tarzlarını karınca kararınca yakalamaya çalışmaktan yorgunuz. Söylemin hazzının yaşamlara değmemesinden, başkaları için yaşayıp başkalarını gerçek anlamda görememekten de yorgunuz. Hayatımıza yön verememekten, yön veremediğimizi bilmemekten, yankı odalarında sadece kendi sesimizi duymaktan yorgunuz.

Biz en çok da hayatta kalmaya çalışmaktan, iyi yaşamanın ne demek olduğunu bile bilememekten yorgunuz. Hayatı bir savaş olarak görmekten, birbirimizle savaşmaktan, kendi ilkelerimizi inşa etmek yerine başkalarının ilkelerine sığınmaktan, bir gün en iyi olarak addettiğimizi ertesi gün rezil etmeye çalışmaktan, hep birilerini savunmak ve bir şeyleri açıklamak zorunda kalmaktan, eski alışkanlıklarımıza tapmaktan, doğru ve yanlışı ayırt edememekten, sevmek ve nefret etmek arasında sıkışıp kalmaktan, değiştiremediğimiz ve değiştirmeye niyet etmediğimiz şeylerden hep ama hep şikayet etmekten yorgunuz. Biz, kendi olmanın ne demek olduğunu bilememekten yorgun bir toplumuz. Çünkü Byung Chul Han’ın dediği gibi, ‘özgür olduğumuzu varsayıyoruz, oysa gerçekte tutkuyla kendimizi sömürüyoruz.’

Görsel: Andres Ayrton

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir