doğa
DEVEKUŞU TERBİYECİSİ

Doğa Bizi Birleştirsin

Toplum olarak hastalanmış zihniyet yapımızın iyileşebilmesi için doğaya ve hayvanlara karşı duruşumuzu gözden geçirmek,  üzerinde anlaşabileceğimiz asgari kesişim kümesi gibi görünüyor.

“İnsanın doğayı boyunduruk altına alma tarihi, insanın insanı boyunduruk altına almasının da tarihidir.” (Horkheimer- Akıl Tutulması)

Ne çok yorulduk sürekli akan ama hiç değişmeyen gündemden, anlaşamamaktan, anlaşılmamaktan, sesimizi duyuramamaktan, duyursak bile her sözümüzün yanlış anlaşılmasından, insanların bencilliğinden, haksızlıkların ulaştığı boyuttan ve bir şeylerin değişeceğine dair umudumuzu yitirmekten. Gözümüzün içine baka baka gerçekliğin tecavüze uğramasından, kötülüğün gücünden ve cezasız kalmasından, emeğin ve çabanın karşılık görememesinden, bir yandan da insanca yaşamak mümkün deyip durmaktan fazlasıyla yorulduk.

Hastalanan Kolektif Zihniyet

Kısa süreli hazzı uzun vadeli olana tercih eden, öz denetimi eksik bir toplumuz. Bencil ve kolaya kaçan, hep günü kurtarmaya çalışırken yarını göremeyen. Toplumsal kodların oluşması yıllar, bazen yüzyıllar alır. Ancak son on yıllarda içine düştüğümüz gerçeklik, İbn Haldun’un iklimler üzerinden yaptığı toplumsal karakter analiziyle başını çektiği o çok bilindik ‘Akdeniz insanı fevri olur canım; hani şöyle sıcakkanlı, biraz fevri falan’dan çok öte geçti. Bu baş döndürücü toplumsal değişimin hepimizi, özellikle de bu konuya kafa yoranları derinden etkilediği ortada.

Çocuğunun eğitim şartlarını en ince detayına kadar okul yönetimiyle konuşup o çocuğun yarınını pek de düşünmeyen narsist yetişkinlerden oluşan bir toplum olmadı mı bizimkisi? Hani sahip olduğu her şeyi bir uzvu, bir uzantısı olarak görüp bu şeyleri sırf kendisine ait diye değerli addederek o şeyin kendinden menkullüğünü fark etmeyen. Zihin dünyasında ötekiyle sınırını çizemediğinden ya herkesin işine burnunu sokan, elinden geliyorsa dikte eden, hep ben nasıl istiyorsam öyle olsun diyen ya da bana bir zararı yok deyip içinde yaşadığı toplumla arasına duvar örerek kötülüklere gözünü kapatan, hayattan hep isteyen ama hiçbir şey vermeyi düşünmeyen.

Eskiden atalarının binek hayvanının gücü ve görünüşüyle övündükleri gibi şimdi ev hayvanlarının cinsiyle övünürken sokaktaki ‘kendine ait olmayan’ başkaca hayvanlara bir kap su dahi koymayan insanlarla çevriliyiz. Kimseyi dinlemeyen ama dinlenmediğinden şikayet eden, toplum çok bozuldu diye her akşam küfürlü tweet yağdırıp aynı günün gecesini komşusuna zehir eden, sekülerlikten dem vurup dindarı aşağılayan, dindarlığıyla övünürken pazarladığı dine sığınıp insanların tüm yaşamı hakkında söz sahibi olduğunu savunan, çalan, mala çöken, kayıran, yalan söyleyen insanlarla çevrili dört bir yanımız. Kolektif bilincimiz hasta, aidiyet duygumuz zayıf, bir toplumu toplum yapan işbirliği alanlarımız yaralı. Hepimiz alarm zillerinin çaldığının öyle ya da böyle farkındayız aslında.

Bindiğimiz Dalı Kesmeye Devam mı?

Uzun vadeli planları uçan araba yapmayı hayal etmekten ibaret görmenin ya da öteki mahalle etiketli insanlarla istisnasız her konuda ihtilafa düşmeyi vatanperverlikten bellemenin dozunu abartmış olabiliriz son yıllarda. Ancak, hiçbir konuda uzlaşamamanın da bir sınırı olmalı ve bu sınır doğa olmalı belki de. Doğa öyle bir alan ki; zihinlerin manipülesinin zor olduğu, herkesin ampirik yöntemle ve somut delillerle gözleyebildiği, ortak yaşam alanı olduğuna şahit gerektirmeyen bir alan. Ve fakat doğaya karşı bu pervasız tutumu nasıl açıklayacağız? İnsanın doğayla mücadelesiyle başlayan medeniyet kurgusundan çok öte bir durumdan bahsediyoruz: İnsanın bir parçası olduğu doğaya yönelik düşmanca tavrı, kendiyle savaşını andırıyor. İnsan eski tabirle bindiği dalı kesiyor, yeni söylemle öz sabotaj yapıyor. Hani artık gerçekler üzerine bile anlaşamıyoruz diye hayıflanıp duruyoruz ya; hani en temel doğrular ve gerçekler hakkında bile aksini iddia eden bir çıkar grubu beliriveriyor da bunun üzerine artık ne söylenir ki diyoruz ve nutkumuz tutuluyor. Yoksa bu konuda bile mi uzlaşamıyoruz?

Son yirmi yıldır derelerin kuruması, hayvan türlerinin yok olması, tarımsal üretimin dibe vurması, yeşil görmeye tahammül yokmuş gibi soluk almadan rant uğruna ağaç kesilmesi,  hayvan katliamları, ilkel kafalı avcılık fantezileri, denizlerde biriken plastikler, doğanın para karşılığı çöplük haline getirilmesi, şehirlerin çarpık beton yığınlarından ibaret hale gelmesi gibi uzun uzadıya sayfalarca sıralanacak doğa katili tavırların artması toplumun genelinde yankı uyandırmıyor gibi görünüyor. Doğayla uyumlu olmak mecburiyetinde olan insan tasavvurunun toplumumuzda ortak bir anlam içermediğini düşünmenin karamsarlıktan ibaret olmadığını gösterecek sayısız olay yaşıyoruz her gün.

Doğaya dair bilinç oluşturmaya çalışan bir avuç insanın en basit ifadeyle huzursuzluk yaratmaya çalışan, ‘ilerlemeyi engelleyen’ bozguncular olarak görülmesine kadar nasıl geldi bu iş? Derelerin kuruması sonucu sel felaketlerinin artmasıyla, azalan su kaynaklarıyla, ‘kentler’ yaratmak için ekili tarım arazilerinin bozulup her şeyde olduğu gibi temel gıdada da dışa bağımlı hale gelinmesiyle, denizlerde gözle görünür kirlenmeyle kendini iyiden iyiye hissettiren bu bozulma nasıl görmezden gelinebilir ki?

Bir de hayvanlar meselesi var ki, onlara yönelik ne işkenceler bitiyor ne katliamlar. Bir toplumun gelişmişliğinin önemli -bence en önemli- ölçütü, hayvanlara yönelik tutumudur. Çünkü bir insan kendinden güçsüz varlıklarla adil bir ilişki geliştirebildiği ölçüde insandır ve insan eliyle oluşan bir yapıdır bu toplum dediğimiz; bir dış güç, bir avatar değil zira.  Hadi biraz mikrososyoloji yapalım: Sokak hayvanlarını beslemek için koyduğumuz mama ve su kaplarının tekmelenmesi, içlerinin izmaritle dolması ya da ertesi gün yok olması, onlar için hassasiyet gösteren sorumlu insanların, sorumsuz ve umarsız olduğu kadar kötücül bir güç de kullanan nobran insanlarla sürekli mücadele edip durması neden?  Kendini hiçbir durumda sorumlu görmeyen insanların sorumluluk alan insanlara direnç gösteren bu zihin yapılarında neler oluyor? Cehaletin ötesinde bir cevap olmalı bu hastalıklı zihinlerin içinden çekip çıkartacağımız.

İnsan Merkezli Yaklaşımın Çürüttüğü İnsanlık

İnsanın bir parçası olduğu doğa.. Yoksa efendisi olduğu mu demeli. İşte sorun burada başlıyor. Doğaya karşı bir sorumluluk hissetmeyen zihin yapısının temelinde insan merkezli, çok sağlam, çok köklü bir kurgu var. Bu insanlar, doğadaki her şeyi hoyratça kullanabileceklerine, her şeyin onların çıkarı için var olduğuna ve evrenin efendisi falan olduklarına inanıyor olmalılar.

Eski Ahit’te tüm yaratıkların insana boyun eğmelerinden bahsedilir. Müslüman gelenekte de yer alan insanın yüceltilmesi konusuna teologlar daha iyi açıklamalar getirir elbette. Ancak insan merkezli yaklaşım içeren bu inanç sistemleri, aynı zamanda yetkilendirilen ve sorumlulukla donatılan bir insan tasavvuruna da sahip. İnsan, özgürlük-sorumluluk denkleminde, kendini özgürlüğe yakın tutup sorumluluktan kaçma eğilimini dini inanç konusunda da aktive etmiş görünüyor. Bu açıdan bakıldığında aslında semavi dinlerle harmanlanan kültürlerde insan merkezli yaklaşım, dinlerin ya da dinlerin uygulanma biçimlerinin kendi mantığı içinde çelişkili bir durum sergiliyor.

İnsan merkezli kültürel yapılar mantıksal açıdan bir tezat daha içeriyor: Bu yapılarda bir taraftan insanın eylemi ve eyleyişi pek çok detay ve ayrıntıya girilerek sınırlandırılırken, diğer yandan aslında bir parçası olduğu doğanın ‘efendisisin’ denerek insana sınırsız bir güç atfediliyor. Bu aşırı denetim ve sınırlandırmayla seyreden güç ve yetki ataması, psikolojik açıdan sorunlu bir ebeveyn-çocuk ilişkisini andırıyor. Şöyle ki; bir çocuğun her adımını ve her hareketini planlayan, denetleyen, ödül ve ceza yoluyla bu çocuğa gelişim ve öğrenme alanı bırakmayan bir ebeveyn düşünün. Her anlamda çocuk üzerinde güçlü bir tahakküm kuran bu ebeveynin, çocuğa çok değerli ve her şeyden üstün olduğunu bildirip çevresinde gördüğü her şeyin ona ait olduğunu ve onları istediği gibi kullanma tasarrufu olduğunu söylediğini farz edin. Çok büyük olasılıkla, en ufak konularda çocuk üzerinde boğucu bir denetim kuran bu ebeveynin çocuğu bir narsist olup çıkacak; gözü hep ebeveyninden gelen onayı arasa da, en basit kararları dahi kendisi vermeyi beceremese de fırsatını bulduğu anda kendi uzantısı olarak gördüğü dış nesneler üzerinde hak iddia edecek ve bu hak iddia ettiği şeylerle kurduğu ilişkisi en iyi ihtimalle Ortaçağ Avrupası’ndaki efendi-köle ilişkisi gibi olacaktır.

Ortaçağ demişken, Akıl Tutulması kitabında Horkheimer’ın Wesrmark’tan aktardığı bir anekdot üzerinden yukarıda bahsi geçen ebeveyn-çocuk analojisine bir örnek verelim: ‘Papa IX. Pius, teolojik kaynaklarda hiçbir hayvana karşı her hangi bir görevi olmamasından ötürü Roma’da hayvanlara karşı zulmün önlenmesiyle ilgili derneğin kurulmasına izin vermemiştir.’ Aklını ve vicdanını kullanıp kararlarının sorumluluğunu alacağı yerde sadece sorumluluktan kaçış yolları üreten, bu yolları üretirken de hep daha üstün bir güce –aşiret reisi, tarikat lideri, parti lideri, vs.- başvuran, böylece ortak iyiyi göremeyen bu hastalıklı zihin yapısı size de tanıdık geldi mi?

Kibre Panzehir: Doğa Merkezli Paradigma

İnsan merkezli yaklaşımın mantıklı bir temele oturması için insanın çok üstün, gerçekten bir ‘üst insan’ olması gerekir. Hani üstün güçleriyle tahrip ettiği her şeyi yeniden yapabilen cinsten. Ama insan da doğadaki her canlı gibi aciz bir varlık, hatta pek çok canlıdan daha aciz. İnsanı diğer canlılardan farklı yapan şey o kurnaz aklı değil; sağduyusu ve vicdanı. Bu fark da insanı, sahip olduğu bilincini doğayla işbirliği için kullanması gereken bir ‘sorumlu’ yapar olsa olsa, üstün değil. İnsanın her canlıdan üstün olduğuna inanan zihin yapısına gelince, böyle bir bakış açısı tüm yetkileri çeşitli vaatlerle üzerinde toplayıp sonrasında kötüye, çok kötüye giden gidişattan hiçbir sorumluluk kabul etmeyen kibirli bir aşiret reisine benziyor.

Fay hatlarından çatırdamaya pek bir hevesli olan toplumların yapay ideolojiler, dinler, etnik sınıfsal kimlikler üzerinden bir konsensüse varabileceğine inanmak safdillik olur. Zihinsel bir iyileşme gerçekleşecekse, insanların ruhları içine battığı bu bataklıktan çıkacaksa eğer; bu ortak iyileşme iki şey üzerine uzlaşmayla başlayacak: doğa ve hayvanlara yaklaşım. İçinde yaşadığımız ve parçası olduğumuz doğa, bütünlük ve adaptasyonun temsili. Doğa, kimseyi insan eliyle yaratılan ayrımlar üzerinden ayrıştırmayan, herkesin önünde eşit olduğu, insana yerini ve haddini bildirecek varoluş. Doğa karşısındaki umarsız kibirle, insanın ancak bindiği dalı kestiğini ya da kendini sabote ettiğini anlaması her hangi bir ‘üst akla’ danışmadan da mümkün. Anlaşılması mümkün olan esas konu ise, ortak aklın ve dilin yakalanmasının doğayı özümsemekten geçtiği.

İnsan merkezli çürümüşlüğe iyi gelecek ortak iyileşme alanlarından bir diğeri de hayvanlara yönelik tavrın iyileşmesi. İnsana efendi değil, bir bütünün uyum içinde olması beklenen parçalarından yalnızca biri olduğunu benimsetmek öyle kolay değil elbette. Yüzyıllar boyunca oluşan kolektif bilinçten insan merkezli yaklaşımın kötücül izlerini silmek epey zor. Doğa merkezli yaklaşımın savunduğu gibi, doğadaki her canlı ve cansız eşit var oluş hakkına sahip dediğimiz vakit, insanın üstünlüğüyle yoğrulmuş zihinlerin fevri itirazları nedeniyle bir ortak alan inşa etmek ihtimal dahilinde bile olmuyor. Ancak insanın üstünlüğüne inanmış bir bilince, bu üstünlüğün aynı zamanda sorumluluk getirmesi gerektiğini savunan bir mantık, ulaşabileceğimiz en iyi ihtimal gibi görünüyor. Yani insan merkezli yaklaşımın ürettiği bir zihin için hayvanlar, insanın sorumluluk üstlenmesi gereken zayıf bir grup olarak kodlanabilir en iyi ihtimalle. Elimizdeki bu en iyi ihtimalden hareketle ilerlediğimiz takdirde toplumumuzun hastalıklı zihninin hayvanlara karşı sorumlu ve vicdanlı yaklaşmayı öğrenmesiyle, vicdan ve merhametini hatırlamasıyla doğaya karşı ortak iyicil bir tavır ihtimali doğuyor.

İnsan için ‘farklı’ bir grup olan hayvanların var oluş hakkının ‘farklı olan vardır’a evrilmesiyle bu tip zihinlerde oluşacak açık kapı, kesin inançlıların kendine benzemeyen gruplara bakışını da dönüştürecek. Ve insan artık, ‘üstünlük’ inancına yasladığı kibriyle kendine benzemeyene çullanmak yerine, farklı olanın da yaşam hakkının olduğuna dair kabulü getiren bir zihinsel değişimi böyle gerçekleştirecek belki de.

Ve Doğa Bizi Birleştirecek

Doğa üzerinden ortaklaşmaya, ortak iyileşmeye dair gündelik bir karşılaşmayla bitirelim öyleyse. Evimin civarındaki sokak hayvanlarının mama ve su ihtiyaçları için her gün ayırdığım zaman dilimi boyunca, yaptığım şey sanki büyük bir suçmuş gibi tepki görmeye alışkın olduğumdan gergin ve savunmada ilerliyorum. Önceki gün koyduğum kapların yine alındığına hayıflanıp yol alırken, sakallı ve takkeli bir amca durduruyor beni. Tamam diyorum şimdi başlayacak; koyma bu mamaları, her yer kedi köpek oldu diye. Savunma cümlelerim hazır bekliyorum. Kızım, Allah razı olsun diyor. Ben de uğraşıyorum böyle ama insanlar kötü, bunlarsa masum, hesabı var ahirette. Sonra epeyce dertleşiyoruz, normal şartlarda hiçbir ortak noktamız yokmuş gibi duran bu amcayla. Çöp konteynırlarından su kabı olabilecek plastikleri toplayıp kuşlara ve kedi-köpeklere her gün su koyduğunu söylüyor. Rant için satılan doğa alanlarından, HES’lerle kurutulan derelerden, ‘yerin üstü altından değerlidir’den, yıllardır uğraştığımız ama tam bir fiyasko çıkan hayvan hakları yasasından hiç haberi yok gibi görünüyor; ama insanın üstünlüğüne inanan zihni, sorumluluğu da kabul ediyor. Vicdanı ve merhameti fazlasıyla ortada ve bu da yeterli, ortak bir bilinç ve praksis için. Sokakları paylaşıyoruz birlikte, eylem planı yapıveriyoruz iki dakikada.

Toplum olarak hastalanmış zihniyet yapımızın iyileşebilmesi için doğaya ve hayvanlara karşı duruşumuzu gözden geçirmek,  üzerinde anlaşabileceğimiz asgari kesişim kümesi gibi görünüyor. Doğa bizi birleştirir; inanıyorum ki doğaya yönelik ortak duruşumuz biz bilincini de inşa edecek. Çünkü doğa ideoloji, din, etnik köken falan tanımaz; kimseye kibirli bir üstünlük payesi vermez; talepsiz, eylemsiz, mücadelesiz herkes eşittir onun önünde. İşte bu yüzden, kolektif zihnimizin arınması için ihtiyacımız olan ortak dili yakalayabilmek adına,  doğa üzerinden ortak bir alfabe oluşturmalıyız önce. İnsanın ölçüsüz kibri ve yayılmacılığı sınır tanımasa da, yine insanın sahip olduğunu bildiğimiz sağduyusu artık tozlu raflardan indirilip parlatılsın; çürümeyelim diye.

Görsel: Daria Shevtsova

Bir yorum

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir