dünya tekinsiz bir yer
ŞEMA ÖYKÜLERİ

Dünya Tekinsiz Bir Yer

Dünya tekinsiz bir yer. Böyle yazıyordu elinde saatlerdir tuttuğu eski bir kitapta. Kargacık burgacık iliştirilmişti işte kendi el yazısıyla, kitabın on üçüncü sayfasına. Seneler sonra gittiği aile evinde o hiç sevmediği, boğucu oturma odasının köşesinde yeri hiç değişmediği gibi kaplaması da değişmemiş; yılların tüm yorgunluğunu, kavgalarını, aşağılanmalarını üzerinde taşır gibi çöküp kalmış bej berjerin üzerinde çocukken olduğu gibi eğreti oturmuştu yine.

İnsanın değil de insan eliyle yapılan binaların hüküm sürdüğü, değer gördüğü, içinde yaşayan insanların kıymetinin taştan topraktan yapılan bu binalarla ölçüldüğü bir dünyaya doğmuştu. Yaş aldıkça bu dünya daha kanıksanır hale gelip göze batmaz olmuş, göze batmamasından güç alan tuğla ve çimento kafalı mülk sahipleri ülkenin her köşesini kendileri gibi tuğla ve çimentoyla kaplamış, insana hiç yer bırakmamışlardı. Güngören’in müteahhitleri de bu iç karartan, hayattan bezdiren, her tuğlasına değersizlik tozu ekledikleri apartmanları birbirinin içine geçercesine inşa ederken, içinde yaşayanlar için kara büyü de yapmış olmalıydılar ki ne huzur kalsın bu kibrit kutusu evlerde ne de insanların duyguları karışsın birbirine. Öyle de oldu; ne huzur kaldı ne neşe, her yer boydan boya tuğla ve çimentoyla örüldükçe insana dair ne varsa önce yavaş yavaş, sonra büyük bir hızla kayboldu mezar evlerde.

Bir ya da bir buçuk metre diye düşündü, açık camdan görüş açısına giren karşı binanın kendi apartmanlarına olan uzaklığını ölçerken. Boyası yetmemiş, sıvası hatta çimentosu bile dökülmüştü, iki kolunu genişçe açtığındaki uzunluk ne kadarsa, işte o kadar çapta bir döküntü. Her geldiğinde gözü kayardı bu şekilsiz çirkinliğe; tavaya döktüğü krep hamurunun bir türlü yuvarlak olmayıp her seferinde girintili çıkıntılı tanımlanamaz bir cisme benzemesini andırıyordu bu eğri büğrülük.    

Tuğla ve çimento kafalı mülk sahiplerinden çok önce de hayat onun ailesine hiç gülmemişti, onlar da gülmeyi bir türlü öğrenememişlerdi işte. Çocukken “hayatın gülmesi” deyimini zihninde nasıl canlandırdığı geldi aklına. Hayat kocaman, şişman bir teyzeydi ve gözlerinin içiyle dolu dolu kahkaha atıyordu. Annesini hiç öyle kahkaha atarken görmemişti oysa. Annesi güldükten sonra bir suç işlemiş gibi silkinir, çarçabuk hüzünlü yüzünü geri çağırırdı. Öyle çabuk olurdu ki bu, yaşadığı telaştan neye güldüğünü bile unuturdu. Annesi kocaman, kahkaha atan bir kadın değildi. Eşin dostun düzenlediği kabul günlerine katılmaz, akrabalarıyla gelip gitmez, tüm vaktini olması gerektiği mekanlarda, olması gerektiği kadar geçirirdi. Annesini gülerken hatırlamadığı gibi veli toplantılarında, arkadaşlarıyla kavga ettiğinde onu teselli ederken ya da kendisine aldığı yeni bir kıyafeti aynanın karşısında denerken de hiç hatırlamıyordu. Soluk bir grilik, iç burukluğu ve bolca haksızlık duygusu hissediyordu onu aklına getirdiğinde. 

                                                       ***

Karşı apartmanın kocaman, iç gıcıklayıcı döküntüsü gözlerini hapsetti yine. Elindeki kitabı hala okuyormuş gibi tutarken döküle döküle biten, aşına aşına kalmayan döküntüde kaldı gözleri.  Derdine bir türlü çare bulamadığı, gözlerini başka yere çevirip unutmayı da beceremediği bu duvar döküntüsünü izlemek yıllarını almıştı. Şimdi bu bej berjerin üzerinde kitap okuyor gibi otururken bu döküntüyü ailesiyle hiç konuşmadığını fark ediyordu. Aynı döküntüden kendi apartman cephelerinde de olup olmadığı o an aklına geldi. Kafasını pencereden uzatıp oturdukları binanın dış cephesine bir göz atmak istediyse de bej berjerin ucundaki eğretiliğini bozmak gelmedi içinden.

Öyle anlar olurdu bazen işte; koltuğun ucundan şöyle bir geriye doğru hamle atsa, sırtını yaslasa, kalkıp başka yere gitse mesela, o an sanki tüm dünyanın dengesi altüst oluverecek gibi gelen. Bu yüzden, jenga oynarken yamuk bir parçayı düzeltmek uğruna tüm kule yıkılıp gitmesin diye 3-5 derece yamukluğu göze almak gibi bir yutkunuşun arkasındaki tembellik ve kabullenişlikle kalkamadı bir türlü bej berjerden.

Eprimiş berjerin kenarına ilişmiş kaskatı bir balmumu heykeline dönüştüğünü fark etti mutfaktan gelen Talhaaa sesini duyunca. Otuz yıl geçse de alışamamıştı ismine. Doğumundan beri değişmeden kalan tek varlığı bile ona ait değildi. İsminin tam ortasındaki l’yi kalın vurup kaba saba bir varlık armağan ediyordu çokları ona. Dili ön dişlere çarpıp l’yi incelttiğinde isminin yüzde yirmisi dişler arasında ezildiğinden geriye kalanı da hiçbir şeye benzemiyordu. Her iki türde çağrıldığında farklı kişiliklere büründüğünü düşünmüştü bir gün. Bir l’nin Talha’nın ruh halini bu denli değiştirdiğini bilseler, kimsecikler seslenmezdi ona. Seslenirdi diye düşünmüştü sonra. Seslenirdi tabi dünya yansa umurunda olmayan bu insanlar, bir l harfinin nelere kadir olduğuna mı dikkat kesileceklerdi. Ya da seslenmezlerdi. Talha olmasa da akıp giden bu hayattan hiç bir şey eksilmezdi, çoğu kez daha bile iyi olurdu diye davranıyordu yaşam ona.

Hatırlıyordu, küçükken babasına göre dünyanın en mükemmel ailesi onlarınkiydi. Buna bir süre inandırmaya da çalışmıştı kendini ama evin giriş kapısından içeri girdiğinde ve o kapıdan yalnız dışarı çıktığındaki farkı kimseye kanıtlayamasa da her iki durumda hücrelerinin bile bambaşka olduğuna emindi. Küçükken evdeki kurallarla sokaktaki kuralların farklı olduğunu kendiliğinden çözmüş, kendini her iki kural yapısını da doğru şekilde öğrenmek ve bu kuralları doğru yerde kullanmak için zorlamıştı. Sonrasında bu iki dünya arasındaki geçiş onun için pratikte fazlasıyla sıradan bir rutin, duygusal dünyasında ise fazlasıyla enerji emici bir hale ulaşmıştı. Hiç unutmuyordu; bir gün ilkokulda bir evin içine sığdırmaya çalıştığı ağzından alevler çıkan bir ejderha resmi çizmiş, öğretmeni ise dinazorların artık yaşamadığını, yaşasalar bile eve sığamayacaklarını bildirmişti yüksek sesle Talha’ya. Talha o gün yaptığı hataya çok üzülmüş, bir daha serbest resim derslerinde ne çizeceğini hep öğretmenine sormaya başlamıştı.

                                         ***

Apartmanın diğer çocuklarıyla oynarken hep küserdi Talha. Küsüp içine kapanırdı. Uğradığı sebepsiz dışlanmanın akran zorbalığı olduğunu çok sonraları öğrenecekti. Uğramadığım bir tek akranların zorbalığı kalmıştı demişti içinden, kendine dair parça parça aydınlanma yaşamaya başladığı o gün. Komşular bir araya toplanır, annesi davet edilmez, akşam evde illaki bir tatsızlık çıkardı. Hiçbir arkadaşını görmediği babası, sürekli aslında ne kadar sevilen ve önemli biri olduğunu anlatır, insanların kıymet bilmediğinden dem vurur, haset insanlara küfürler savururdu. Dünya tekinsiz bir yer notunu yazdığında Talha, onun için hem apartman sakinlerinden oluşan küçük çevresi, hem de içine doğduğu ve kendilerinden başka birileri hakkında fikri olmadığı ailesi dışında hiç kimseyi tanımıyordu henüz. Yine de sayısız kombinasyonlarla ölçülecek ihtimaller, onun bu küçük çevresindeki kuralları hatırlatıyordu. Her denemesinde haklı çıkıyordu işte; dünya tekinsiz bir yerdi.

Liseye başladığında isminde ona kötü gelen şeyin l harfi dışında bir şeyler olduğunu hissetmeye başlamıştı. Öğretmenleri Talha’nın adını duyunca burun kıvırıyordu, gerçekten de yapıyorlardı bu kıvırmayı, görüyordu Talha. Alıngan, hassas, her şeye çarçabuk sinirlenen biri olup çıkmıştı. İnsanın doğuştan getirdiği özellikleri mi onu o kişi yapar, yoksa sonradan kazanılanlar mı diye not almıştı başka bir kitabın 13. sayfasına.  Sonradan kazandıkları da, içine doğduğu dünyada şekillenmiyor mu diye düşünmüştü bir gün kendini baştan yarat minvalindeki bir kişisel gelişim kitabı okurken.

İnsan doğuyor, sevecen ya da ilgisiz bir aileyle büyüyor, isminin temsil ettiği ideolojiye ya da enerjiye göre başkalarının elinde yoğruluyordu, karşılaştığı tepkilere yönelik savunma mekanizmaları geliştiriyor, sonra bu mekanizmalar onun kişiliğini şekillendiriyor ve başkalarının elinde şekillenen kişiliğiyle hayatta yine başkaları arasında bir yer ediniyor. İrade bunun neresinde diye sordu kaç kez kendine.  Üstelik bu kısım sadece bireysel kader, bunun bir de toplumsal olanı var. Bir insan, engelli yoluna araba park eden bir topluma doğabilir, oturup Tokyo metrosunda bir engellinin metrodan inmesi için görevlilerin çabasını YouTube’dan izleyip hayıflanır ya da kaldırımda nasıl yürüneceğini kreşte öğreten, başkalarının haklarını ihlal etmenin ayıp sayıldığı bir topluma da doğabilir.

Bu ülkede ise trend ideoloji neyse herkes ona göre konum alıyordu. Tıpkı bilgisayar oyunu gibi düşünmüştü bir keresinde, oyun bitince takımlar da dağılır, sonra yeni bir oyun kurulur. Yaşasın savaş baltaları. Bu toplumda insanlar kavga etmeden yaşayamazlar. Kimse ne kendisinin ne de bir başkasının yarasını sarmaz, yaralar bir övünç nişanesi gibi taşınır. Roller değişir sadece. Bütün mazlumlar sıraya girer, hükmedici zalimi devirip sıradaki zalim olmak için erketeye yatar. Mazlumluk ve zalimlik demirbaştır da, aralarındaki ayrım kimi zaman ideolojik, kimi zaman dini, kimi zaman da etnik yapılır. Hayatlarındaki tek renk budur işte. İşin en akıl almaz kısmı ise, herkesin iyi kötü eşit olacağı bir sistem mümkünken buranın sakinlerinin birbirine düşman olmadan yaşayamaz gibi davranması. Tıpkı bizimkiler gibi diye düşündü Talha. Düşman olmadan yaşayamazlar, varlıklarını birbirlerine besledikleri sebepsiz kine borçlular. Tıpkı bizim ailedeki gibi diye içinden geçirdi yine; bir zorba-bir kurban oyuna devam ederken mülk sahipleri, ona hiç sıra gelmemişti işte. Ailesindeki rol dağılımında olduğu gibi, toplumda da ona rol sırası gelmemişti. Kendini hiçbir yere ait hissetmiyor, ait olunacak bir yer için de Talha’nın hep öteki bir yönü ağır basıyor, her zaman çemberin dışında kalan bir tarafı illaki oluyordu.

                                                ***

Hiç gelmez oldun artık diye söylendi annesi mutfaktan. İşte bu yüzden gelmek istemiyorum diye düşündü. Memnun etmek mümkün değildi ki bu insanları. Ziyaret ettim diye sevineceği yerde kırk cümle boyunca sızlanmadan bırakmıyordu annesi her ziyaretinde. Yalnız kalmayalım diye büyüttük sizi diye karıştı babası lafa. Tabii baba, tıpkı çocukken aklıma kazıdığın gibi; çocuklar ailenin neşesidir, anne baba kavga ettiğinde araya girer, ara bulur, canları sıkıldığında sinirlerini boca edecekleri stres topudur onlar, hiç sorun yaratmayan ama hep sorunları çözen kullanışlı varlıklardır. Böyle yetiştirildiğini çok sonraları fark etmişti Talha. Fark ettiği anda boğazında bir düğüm oluşmuş, o düğümden kurtulmanın yolunu yıllarca bulamamıştı.

Herkesi mutlu etmek için görevlendirilmiş isimsiz bir kahraman olduğuna inanmıştı yıllarca. Hatırlamadığı kadar uzun bir süre, boğazında taşıdığı o düğümün yaşı kadar bir süre belki de babasının sesini, gittiği her yere götürdü: Çocuklar ailenin neşesidir. O sesle birlikte Talha gittiği her yere neşe götürdü, nerede bir dert varsa elleriyle temizlemeye çalıştı. “Kendinden mutlu olmayı beceremeyenlere neşe servisi yapılır” yazıyordu sanki alnında. Her kim Talha dese yanına koşar, daha ihtiyacını söylemeden sorunu anlayıverip hemen çözüm için kolları sıvardı. Sanki sorunları çözdükçe boğazındaki düğüm de çözülecekti. Sorunları birer birer çözdükçe varlığını duyumsamanın hazzıyla bir süre ferahlar ama boğazındaki düğümün yerli yerinde durduğunu fark eder etmez, yitip giden enerjisi kendini iyiden iyiye hissettirdikçe zalim bir alacaklıya dönüşürdü. Ne beklediğini kendisi de anlamaz, insanların onu hiç ama hiç anlamadığından başkaca da bir sonuca ulaşamadığı için kendini aptal gibi hissederdi. Kurallarını hiç bilmediği bir oyunda gibiydi dışarıda. Böyle zamanlarda iyice içine kapanır, kollarını kavuşturup yere çömelerek bir köşeye sinmiş ve dünyada mümkün olduğunca az yer kaplamaya çalışan küçük bir çocuğu andırırdı. Sokakta top oynayan çocukları izleyen, topun yanlış bir pasla kendisine gelmesini bir taraftan deli gibi isterken bir taraftan da böylesi bir pastan ölümüne korkan bir çocuğa.

Talha’ya bu hayatta en çok ne istersin diye soran olsaydı eğer, hiç kuşkusuz bir yaşam kılavuzu derdi. Bir kullanım kılavuzu olsaydı keşke. Kimseye had bildirmek zorunda hissetmeden herkes sınırını bilse, ticaret hukukunda yazan detaylı kurallar gibi insan ilişkilerinde uygulanan yasalar olsaydı ve bu hukuk kuralları geri kalmış tiranlıklarda olduğu gibi üstünlerin lehine eğilip bükülmeseydi. Bir şeylerin fena halde yanlış gittiğinden bu kadar emin olup da neyin nasıl yanlış olduğunu ve de doğrusunun nasıl olacağını kavrayamamak çileden çıkartıyordu Talha’yı.

***

Dünya tekinsiz bir yerdi ve kimseye güven olmazdı.  İşte bu yüzden, Talha her gittiği yere neşesini de alıp giderken ve gittiği yerin derdini toz alır gibi alırken tek istediği şeyin gittiği yerin anahtarı olduğunu bilirdi içten içe. İstediği bir şey daha vardı aslında.  Sarı yıldızının görünmez olması. Çocukluğundan beri girdiği her ortamda, oradaki herkesten farklı olduğunu gösteren bir stigması olduğunu hissederdi. Okulda, mahallede arkadaşları arasında, markete ya da pazara gittiğinde sanki Holokost döneminde kolunda bir Yahudi yıldızı taşıyor gibi hissediyordu kendini. İnsanlar çoğu zaman onu görmez, sesini duymaz, ya da ortada hiçbir sebep yokken illaki hakkını gasp ederlerdi. İnsanlarla biraz yakınlaşsa sarı yıldızının görüneceğinden korkuyor, karşı tarafın ilgisini o stigmadan başka tarafa çekebilmek için sarf ettiği enerji onu bitkinleştiriyor, eğer o uzaklaşmazsa eninde sonunda alacağı darbeye dayanacak gücü varsa kalıyor, canının acımasına gücü yoksa o gelmekte olan darbe henüz gelmeden ortamı terk ediyordu.

Talha daha çok tebessüm ettiğinde, kimse talep etmeden bir iyilik yaptığında, eline aldığı her işi mükemmel şekilde tamamladığında bu sarı yıldızın kenarlarından başlayarak yavaş yavaş silindiğini hissederdi. Budalasın demişti bir kez arkadaşı ona, bu kadar iyilik yapmanı kim istedi senden. Kendimi borçlu hissediyorum anlamıyor musun? Rahat bırak biraz, izin ver diye haykırmıştı yüzüne.  Babasının, insanların haddinden fazla nankör olduğuna dair söylev çekerkenki yüzü canlanmıştı o an Talha’nın zihninde. Yaptığı iyilikten dolayı aldığı ceza öyle büyüktü ki, yaşadığı şoktan babasına hak verdiğini fark etmeye fırsat bulamamıştı bile. Talha her denemesinde öyle ya da böyle geri püskürtüldüğü ilişkilerinden öyle yorulmuştu ki, ne kadar çabalasa da hiçbir yere ait hissetmiyordu kendini. Sanki akşam olmuş da çocuklar ‘evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine’ diye bağırıyordu ve ne evi ne köyü olan biri gibi sıçan deliğinin yolunu tutmak zorundaydı.

Enerjisi bitip tükendiğinde o sıçan deliklerine içi burkula burkula girer ama her seferinde buradan çıkmak için yeni yollar da bulmayı becerirdi. Hayatta kalmayı en az Gregor Samsa kadar iyi bilirdi çünkü. Etrafına üşüşen enerji emicilere tüm enerjisini kaptırdıktan sonra bir süre neyi var neyi yok borsada batırmış küçük yatırımcı gibi köşesine çekilir, insanların nankörlüğünden dem vurur, dünyanın çok ama çok kötü bir yer olduğuna ve üstüne üstlük yanlış zamana doğduğuna kendisini ikna edip yüzünün moral bozukluğundan yere doğru ivmelenen ince kaslarını toparlardı önce. Bu kısmı atlattıktan sonra işi daha da kolaylaşırdı. Pencereden bulutları seyreder, göğün mavisinin tonları hakkında düşünür ve yavaş yavaş evden çıkmaya tav olurdu.

                                                         ***

İnsanlarda saygı denen bir şey kalmadı diye söylenmeye başladı babası. Balkonda mangal yapan komşularını çekiştiriyordu. Talha babasının bir sorunu muhatabının yüzüne söylediğini bir kez bile hatırlamıyordu. Babası mükemmel bir insandı. Harika bir eş, inanılmaz bir baba ve iyi bir vatandaş. Onu anlamayıp değerini bilmeyenler hep diğerleriydi. Eşi ve çocukları nankör, insanlar cahil ve ukalaydı. Yazıktı babasına. Böyle düşünürken dudağının sağ üst kenarındaki horgörü kası yukarı doğru seyirdi. Mangal tartışması alevlenirken  her an kalkması gerekiyormuş gibi bej berjerin daha da ucuna ilişti. Böyle zamanlarda ağzından çıkan her lafa çok ama çok dikkat etmesi gerekirdi Talha’nın. Ses tonundaki bir kayma ya da yanlış bir söz, babasının asıl hedefe ulaşmaya hiç niyeti olmayan öfkesini bir mıknatıs gibi çekebilir, konunun nasıl olup da kendisine geldiğini anlamayan Talha’nın ağzına hiç yoktan yere kekremsi bir tat yapışıp kalabilirdi. Sebebini bilmediği ve sorumlusu da olmadığı sorunların bedelini ödemek istemiyordu artık.  Bu kararı vermek için yeterince uzun hem düşünmüş hem yaşamıştı.

Ne kadarı benim seçimim diye sorarak başlamıştı bu yolculuğa. Elimdeki hayatın ne kadarı bana ait, ne kadarı başkalarına. Ona seçimlerini yaptıran, attığı her adımda onu yönlendiren, güldüren ve ağlatan iç sesini dinleyerek yola çıkmıştı. İyice bir kulak vermişti önce, ne çok tanıdık ses vardı kendisinin sandığı o seste. Babasının, annesinin, öğretmeninin, komşularının, eski bakkal yeni marketçi Erol amcanın, parkta çocuğunu sallayan kadının.. Bir tek kendi sesi yoktu ona her gün farklı olduğunu söyleyen ve diğerleriyle eşitlenmek için çok ama çok çalışması ve çok ama çok vermesi gerektiğini fısıldayan sesler arasında. Bunu ilk duyumsadığındaki öfkesini, çaresizliğini ve yalnızlığını hatırladı. Özgürleşmek için bahanelerini feda etmeyi göze aldığında içini kaplayan korkunun sahiciliğiyle ürperen bedenini tek bir hücreyi bile atlamadan duyumsadı.

Sarı yıldızı da, bej berjeri de ve döküle döküle büyüyen o duvar döküntüsünü de istemiyorum diye düşündü Talha. Kendini pırlanta mı yoksa çakıl taşı gibi mi göreceğine bir türlü karar verememiş babasının sesini de annesinin sessizliğini de aldı, kenarlarından birleştirip bir pike gibi dört köşe katlayarak o boğucu oturma odasında bej berjerin üzerine bıraktı. Ne sesi babasının, ne sessizliği annesinindi şimdi. Ülkenin kişi başına düşen gayrı safi milli umutsuzluğundan fazlasını hissetmiyordu artık. Herkesin sarı yıldızına da kimse karışamazdı zaten. Öyleyse, tekinsiz bir dünyada herkes nasıl yaşıyorsa o da öyle yaşayabilirdi. Artık okuyor gibi tutmadığı kitabın 13. sayfasını açtı yeniden. İsmi gibi yıllarca değişmeden kalan el yazısıyla ekledi: Dünya tekinsiz bir yer, evet; ama ben bu tekinsiz yerde nasıl yaşayacağımı biliyorum.

Görsel: Dominika Roseclay

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir