duygusal kaos
DEVEKUŞU TERBİYECİSİ,  PSİŞİK HALLER

Duygusal Kaos Hali ve Duygulara Faydacı Bakışa Eleştiri

Biz bir duygu toplumu muyuz yoksa duygusuz bir toplum mu? Yaşadığımız toplumun her duyguyu tepe noktasında yaşama halini kimileri ‘Akdenizli heyecanı’na yoruyor.  Kimileri ise bu durumu yetişkinliğe erememiş, duygu denetimi olmayan bir iç dünyanın dışa vurumu olarak okuyor. İçinde bulunduğumuz durum, daha çok bir duygusal kaos hali. Ne hissettiğini bilmemek, var olan duyguların reddi, duyguların ifadesine yönelik tam bir kafa karışıklığı. Duyguları yaşama biçimimiz, bize ait olan bu doğal durumları hiç tanımadığımızın bir göstergesi zira. Denetimsiz reaksiyonların yanı sıra bazılarımızı çileden çıkartan tepkisizlikler de duygularla sorunumuz olduğunu gösteriyor. Nasıl olmasın ki?

Duygu Haritası Özgürlüktür

Çocuklukta şekillenen duygu dünyası için sosyal öğrenme konusunda oldukça şanssızız. Kendi bedenimiz ve zihin dünyamızda olan bitenlere her şeyden önce küçük bir çocukken ebeveynimiz karar veriyor. ‘Üşüdün, acıkmışsındır, buna bu kadar üzülünür mü, ne var bunda şimdi bu kadar gülecek, ne kızıyorsun’ diye başlayan cümleler hem ailede hem de okulda bolca yankılanır çocuğun kulağında. Hangi durum karşısında nasıl hissedeceği, bu hisleri davranışlarına nasıl aktaracağına ilişkin kişisel bir duygu haritası oluşturamaz böylece çocuk. Duygu okuryazarlığı okulda da kazandırılmaz çocuğa. Üstüne bir de sokaklara taşan, ekranlara yansıyan denetimsiz reaksiyonlar hep birer rol model olur ona. Sonuçta insan basit bir nasılsın sorusunu dahi kendi içinde cevaplayamaz hale gelir. İçinde koca bir boşluk duygusu, ağzında mekanik bir tatla kalakalır. 

Duygularını dışa vuran insan doğal olarak diğerleri tarafından anlaşılmayı bekler. Böylece çocuk hem kendine özgü duygu durumunu hem de ifadesini öğrenir. Karşı tarafta bir yansıması olmayan duygu ise genellikle bastırılır. Bu bastırılma çoğunlukla utançla birlikte olur.  Kendi duygularını tanımayan bir ebeveyn asla çocuklarının duygularını ifade etmesine izin vermez. Onun için bambaşka hatta tehlikeli bir dünyadır duygu dünyası. Çünkü kişiye hastır, duygular kişinin içsel dünyasında oluşur, herkesin duygusunu ifade biçimi birbirinden farklıdır. Bu farklılık ebeveynler için yönetimi zor ve tekinsiz bir durumdur. Bu sebeple bizim toplumumuzda çocukların ne zaman acıktığına, ne zaman ve ne kadar öfkelenebileceğine, mutluluğunu nasıl ifade edeceğine, hayal kırıklığına uğradığında verdiği tepkinin dozuna hep anne baba karar verir.

Bu durum zamanla çocuk tarafından kanıksanır kanıksanmasına ama kendi duygu haritasını oluşturmadığı için seçimlerinde zorlanır, duygu dünyasını ilgilendiren her olayda zorlanmalar yaşar. Ebeveyninin kendini yönlendirmesinin verdiği rehavete öyle alışır ki öz benliğinden hızla uzaklaşır, sonrasında toplumsal hayatında hep bir otoriteye itaat ihtiyacı hisseder. Öyle ya, kendi iç sesini duymayanların bir başkasının peşine takılmasından daha kolay bir şey var mı? Bu itaat bazen öyle boyutlara ulaşır ki, bir kere birine inanmaya görsün, her türlü yalana rağmen o bağlanma ve aidiyet içinde kendini güvenli hisseder. Gerçeklerden kopar. Çünkü kendi gerçekliğinden kopmuştur artık. Tıpkı bir robot gibi toplumun ondan beklentilerini karşılamak için var gücüyle çalışır, güçlü gördüğünün peşinden gittiği sürece kendini güvende hisseder, en ufak bir sorgulamayı düşman güçlerin oyunu addeder. Çünkü konfor alanının bozulmasını istemez. Çünkü özgürce ifade edebileceği kendiliği kalmamıştır artık.

Duygular ve Toplumsal Hal

Toplumumuzdaki sorunların çok önemli bir kısmının duygu yönetimi ile ilgili olduğunu söylemek abartılı olmaz. Kolayca manipüle olabilmek, hiç durup düşünmeden nevri dönüp birilerini linç etmek, sonucunu hesaplamadan hareket edip etrafa zarar vermek prefrontal kortekse sahip insanın davranışları gibi görünmüyor. En ufak bir anlaşmazlıkta bile en iyi ihtimalle, soruna çözümcül yaklaşmak yerine öfkenin bastırılması ve sonrasında başka şekilde açığa çıkacak olan bir pasif agresyon devreye giriyor Daha kötü ihtimaller ise artık alışıp normalleştirdiğimiz kaba kuvvet ve şiddetin türlü biçimleri oluyor. Her ihtimalde yaşanması zor, nezaketten ve anlayıştan uzak bir hale geliyor toplum bu sebeple.

Toplum mühendisleri hala ideolojisini zor ve baskıyla dayatıp farklı bir sonuç elde edeceğini düşünse de, insana yatırım yapılmadığı sürece hiçbir iyileşmenin olmayacağı, aksine durumun daha da kötüleşeceği aşikar. Bireysel farkındalık gelişmeden toplumsal bir farkındalık halini yakalamak mümkün değil. Kişinin kendini fark edememesi, hatta unutması için elinden geleni yapan bu koşullara karşı en çok ihtiyacımız olan şey, sağlam bir iç görü. Dış görü üzerinden kendini var etmeye çalışan toplumun panzehiri, ancak gerçek bir iç görü olur çünkü.

Duygusal zeka denince akla gelen ilk isim olan Daniel Goleman şu soruyla çıkmıştı yola: “Duygularımızı akılla nasıl birleştirebiliriz? Sokaklarımıza nezaketi, toplumsal yaşamımıza şefkati nasıl taşıyabiliriz.” İnsanın insan kalmasının yanı sıra, toplumsal yaşamdaki şefkat ve nezaket açığının kapatılmasının yolunun da duygu dünyasını tanımaktan geçtiğine inandığımdan önemsiyorum bu konuyu.

Aslında iç görü sahibi herkes, bireysel ve toplumsal alanda yaşadığı eksikliği fark edip bu alana yatırım yapıyor. Duygu durumu farkındalığı, duyguların davranışlara aktarımındaki kontrol yetisi, empati ve sosyal iletişim becerisi geliştirmek için daha büyük bir çaba var son dönemde. Yine de bu alana yönelenleri karşılayacak tonla materyalin, derinlikli bir dönüşümden ziyade yüzeysel, faydacı bir yaklaşımda olması epey can sıkıcı.

Duygunun Sönümlenmesi

Duygulara faydacı yaklaşıma gelmeden önce, konuyu biraz modernizmin tarihi açısından ele alalım. Sanayi devriminin, makine ve insan ilişkisini tanrı ve insan ilişkisinin yerine koyan devrimsel etkisi, insanın doğaya hakim olarak elde etmek istediği gücü bir bakıma ona verse de hayatını anlamlı kılıp tabir yerindeyse içsel bir memnuniyete erişmesinin önüne bir duvar ördü. İnsanların refah seviyesi ve bireysel hak-özgürlükleri arttıkça yeni idealler ve hedefler doğrultusunda bambaşka esaretler içinde buldular kendilerini. İnsanların dogmalardan kurtulup akılcılık doğrultusunda kendilerini ve yaşadıkları dünyayı sorgulamaları çok önemli bir adımdı elbette; ancak aklın bu denli yüceltilmesi, Kartezyen bir ikilikle duygu dünyasını aklın karşısında konumlandırmaya vardığında insan da kendisini insan yapan en önemli bileşenler üzerine fazlaca düşünmemeye başladı. Kurulan bu ikilikle akıl ve duygu birbirinden ayrıştırıldı; aklın tanrısallaştırılmasıyla da duygular ikincilleştirildi.

Gölgede kalan duygular, yine gölgede kalan cins olan kadınla özdeşleştirildi. Yüceltilen akıl ise, erkekle. Duygular ve duyguların ifadesinin bireye ve topluma olan yansıması yeterince araştırılmazdan evvel yapılan bu kodlama, sosyal öğrenmeyle nesilden nesile aktarıldı hep yeniden üretilerek. Duygularını tanımayıp yok sayan ve dolayısıyla doğal olarak beklenmedik bir anda davranışa dönüşüveren o duygularla ne yapacağını bilemeyen bir kitle hakim oldu toplumda. Çünkü hakim paradigma hasır altı etse de, vardı duygular.

Ancak, üstünkörü bir görev dağılımı yine sahnedeydi. Öfke, gücün sembolü olup erkeğe pek yakıştırılırken, kadına öfke gibi doğal bir duygu için sadece pasif agresyonlar yakıştırıldı. Merhamet ve şefkat anneyle özdeşleştirildiğinden, bu duygu ‘güçlü’ olması beklenen erkek için uygunsuz bulundu. Gücün makbul değer olduğu toplumdan merhamet çekildi. Toplum hangi duygunun yaşanacağına, hangisinin sergilenmesinin sakıncalı olduğuna karar verip rolleri dağıtırken, insanlar da rollerini itinayla performe edip yeniden ürettiler bu kurguyu.

Şu an geldiğimiz noktada özellikle bizimki gibi ataerkil toplumlarda, üstelik duygusal okuryazarlığın ne ailede ne de eğitim kurumlarında öğretilmediği toplumlarda şiddet ve gücün sözünün geçtiği, akıldan uzak bir duygusallıkla toplumu etkileyen kararların alındığı, sosyal iletişimin zayıf olduğu, insanların tarif edemedikleri bir boşlukla oradan oraya savrulduğu, şefkat ve anlayıştan uzak mekanik bir resimle karşı karşıyayız.  Sonuç ortada: Toplumsal bir duygusal körlük. Kimse duygularını tanımıyor, onlara yer açmıyor. Duygularıyla nasıl başa çıkacağını dahi bilmiyor. Oysa insanın duygularının farkında olup duygularını ifade edebilmesi, o insanın insanca yaşayabilmesi, yaşadıklarına anlam yükleyebilmesi, yaşamında bir şeyler inşa edebilmesi için olmazsa olmaz koşullar değil mi?

Eksik Bir şey mi Var: Duygulara (da) Materyalist Bakış

Duygu üzerine yapılan çalışmalar son dönemlerde epeyce revaçta. Son on yıllarda artık IQ’nun yerine EQ yani duygusal zeka öne çıkmaya başladı. Duygu farkındalığı, duygu yönetimi, anda kalma, sosyal iletişim becerileri yaşamın her alanında dikte edilen bir hal aldı. Keşke bu kişisel gelişim rüzgarı, gerçekten de insana bütünsel bakan samimi bir uyanışın sonucu olsaydı. Oysa son dönemde duygu üzerine yapılan çalışmalar nedense bana post endüstriyel dönemin esnek ve daha işlevsel yapısına uyumlu insan yaratma çabası gibi geliyor hala.   

Endüstriyel dönemin seri üretiminin yerini alan ve esnek ama fazlasıyla verimli sonuçları her şeyin üstünde tutan post modern çağda, modernist kurgunun yalnızlaştırdığı insanın ‘yaralarının sarılması’ ve onu oluşturan manevi özellikler de öne çıkarılmaya çalışılıyor. Sanki insanın yalnızlığına, robotlaşan dokusuna bir can suyu verilmek isteniyor. Yine de bu çabalar insan yerine insanın ötesinde bir sistemi desteklemek için olduğundan oldukça yapay kalıyor.

Somutlaştıracak olursak; çoğu beyaz yakalı duygusal zeka eğitimi alıyor uzun yıllardır. Şirket çalışanlarına empati kurmanın önemi anlatılıyor, müşteri ile güvene dayalı iletişim kurmazsanız ürününüz ne kadar iyi olursa olsun satamazsınız diye koca koca cümleler kuruluyor eğitimlerde. Güven, daha çok tüketime teşvik edilebilmek için ihtiyaç duyulan faydacı bir bağ olarak algılanıyor. İnsanlara ikna sanatının incelikleri anlatılırken tüketicilerin duygularına hitap etmeleri gerektiği salık veriliyor. Sosyal iletişim becerilerinin fayda sağlayacak network oluşturmak için olmazsa olmaz olduğunun altı çiziliyor. İnsanın kendini tanıması, iç dünyasına vakit ayırması sadece daha verimli pazartesileri karşılayabilmesi için sanki. İnsanın duygusal zekasına yaptığı yatırımın altında hep daha iyi benlik sunumları hedefleniyor. Her şeyi metalaştırmayı başaran bu kafanın duyguları da metalaştırması gerçekten hayret verici. Rol benlikler pek albenili, çok muhteşem; peki ya öz benlikler?

Diğer yandan, piyasaya yönelik bu ‘duygusal çaba’ çok uzun yıllardır siyaset alanında da kullanılıyor. İnsanların nasıl manipüle edilebileceği, algı yönetimi, propaganda yöntemleri, gerçek ötesinin gerçekten üstün tutulması, yalanlar üzerine kurulan bir dünyanın güçlü bir şekilde işlemesi yine duyguların yönetilmesiyle kurgulanıyor. İnsan, aklını da duygularını da kullanamaz bir konuma indirgenip bir nevi felce uğratılırken yine duygular suiistimal ediliyor. Böylece insan bir kısırdöngünün içinde debelenip durmaya devam ediyor. Bilişsel ve davranışçı psikolojinin bilimsel olarak ulaştığı sonuçların insanın refahı ve dolayısıyla toplumun bütünlüğü için kullanılabilmesi için aslında yine insana büyük görev düşüyor.

Faydacılık Yerine Samimi Bir Çaba

Rol benliklerimizin gelişmesiyle öyle çok meşgulüz ki öz benliğimiz ve öz farkındalığımız için fırsat kalmıyor. İnsanın sırf kendisi için yaptığı manevi yatırımlar ödüllendirilmiyor. Bu yatırımların gözle görülür bir fayda getirmesi şart koşuluyor. Tüm duygusal zamanını daha çok tercih edilen bir kadın/erkek, daha çok kazanan bir çalışan, sözü daha geçerli bir patron olmak için kullanıyor. Bu maddi çıkar ve fayda beklentisi içinde kendine alan açması vakit kaybı gibi kodlanıyor zihinlerde.

Bu tip faydacı bir sistemde insanın kendi içine dönmesi, içsel farkındalık peşinde koşması olabildiğince küçümseniyor. Bu küçümsemede kendine benzer olmayanın reddi olduğu kadar, insanın manevi gelişim ihtiyacını her türlü faydacılık üzerinden sömüren şarlatan guruların da etkisi büyük elbette; şu olumlu olma büyücülerinin. Nasılsın sorusuna hep muhteşem cevaplar verilmesi bekleniyor. Duygular olumlu ve olumsuz olarak kategorize edilip olumsuz duygulardan mümkün olduğunca uzak durmamız öğütleniyor. Neşeli görünen benlikler benimsenirken hüzün dışlanıyor. Tek hedef mutlu olmak ve neşe içermeyen duygulara hiç yer yok. Sadece olumlu duyguları hedefleyen bir dünyada, olumsuz addedilen duygular yeterince fayda sağlamadığı için istenmiyor. Böyle bir şey mümkün mü? Elbette değil. Hüzün de acı da keder de insana dair çünkü. Aksi durumda sabit anlamsızlıklar içinde bıkkın bir koşturmaca, bir kaos hali devam ediyor.

İnsan, doğası gereği gelişime açık bir varlık. İnsan olmak hayat yolculuğunda öğreniliyor. Duygu dünyası, insanın bu yolculuğunda onu özgürleştirecek yol haritası. Bu yüzden özenle, itinayla tanımalı insan, kendisini ve kendine ait olanı. Çünkü pırıltılı ve yüzeysel bir benlik sunumu yerine, içsel dünyanın olgunlaşması için kendi sorumluluğunu almaktır asıl olan bu yolculukta. Hem insanın tek yolculuğunda anlamlı bir dünya oluşturması için hem de sosyal bir varlık olarak bu deviniminin topluma yansıyacak olması açısından hayatidir bu çaba. Materyalist bir faydacılık değil, samimi bir içsel çabadır insanı gerçekten insan yapacak olan.

Görsel: Steve Johnson

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir