empati ayna nöronlar
PSİŞİK HALLER

Değişim İçin Empati

Esnediğinizde karşınızdakinin de esnemeye başladığını fark etmişsinizdir. Ya da kahkahaların havada uçuştuğu bir ortama girdiğinizde konunun ne olduğunu anlamadan bile gülümseyerek o gruba dahil olduğunuzu. Belki de aranızda ağlayan birini görüp gözleri dolanlar da vardır. İşte bize ötekiyle böyle bir eşduyum yaşatan şey, ayna nöronlarımız. Ortaklaşabilmeyi, karşımızdakini anlayabilmeyi, başkalarının acıları karşısında üzülebilmeyi sağlaması açısından insanın sosyal bir varlık olmasında ayna nötronlarımıza çok şey borçluyuz.

Ayna nöronların sinir biliminde keşfedilip çalışılmaya başlanması, yeni sayılabilecek bir tarihe denk geliyor. Bu bilimsel çalışmalara göre bize gördüğümüz, duyduğumuz şeyleri taklit etme yeteneği veren ayna nöronlar, beynimizin konuşma bölgesinde yer alıyor ve karşımızdakiyle biz arasında bir bağ kuruyor. Herkesin en çok istediği şeyin anlaşılmak olduğu bu dönemde empatinin biyolojik kaynağı olarak ayna nöronlar, ötekiyle gerçek anlamda bağ kurabilmek isteyenlere fizyolojik bir imkan sağlıyor. Psiko-sosyal bağ kurma imkanı ise insanın bilişsel çabasında saklı.

İki Uç: Empati Yoksunları & Empatlar

Herkesin ayna nöronları aynı şiddette harekete geçmiyor. Bazıları karşıdakiyle hiçbir duygu birliği kuramıyor, bazılarıysa sanki karşısındakinin duygusunu kendisi deneyimlemişçesine iliklerine kadar hissediyor. İlk gruptakiler empati yeteneği olmayanlar. Bu kesimin uç noktasında sosyopatlar yer alıyor. Karşısındakinin duygusunu anlama yeteneğine sahip olmadıklarından kolayca şiddet eğilimi gösterip işkenceye varan davranışlar sergiliyor ve bundan zerre kadar etkilenmiyorlar. Yaptıkları karşısında ‘hiç mi acıması yok’ dedirtip tüylerimizi diken diken edenler bu gruba giriyor. Narsisist eğilimleri fazla olanlarda da aynı şekilde karşıdakiyle eşduyum sağlayamıyor. Bu insanlar diğerlerine kendi doğrularını dayatan, ötekinin varlığını kabul etmeyen, herkesi kendi uzantısı gibi gören kişiler. Benlik sınırlarını çizemedikleri için ben-öteki ayrımını, özne-nesne ayrımını tam manada yapamıyorlar. Skalanın ortasına doğru geniş bir kitleye yayılan empati yoksunları ise genellikle duyarsız, vurdumduymaz diye sitem ettiklerimiz. En acı olaylarda bile istiflerini bozmadan kendi gündemlerine devam edebiliyorlar. Yakın ilişkilerinde karşı tarafın anlaşılmamaktan şikayet ettikleri bu kişiler dinleme konusunda oldukça başarısız. Yüzeysel dinleme yapıyorlar ya da hiç dinlemiyorlar. En nazik maskelerini takanlar bile, ‘bitse de konuşma sırası bana gelse’ diye boş gözlerle muhatabını izliyor. Elbette muhatapları anlaşıldıklarını hiç hissetmiyor.

Skalanın diğer ucunda ise empatlar var. Empatların ayna nöronları öyle çabuk aktive oluyor ki, başkalarının acılarını kendileri yaşamış gibi canları yanıyor. Bu ilk bakışta kutsiyet atfedilecek erdemvari tutum aslında hiç de sağlıklı değil. Burada da benlik sınırlarının belirsizleştiği bir durum söz konusu aslında. Bu kişilerde en temelde özne-nesne ayrımının tam oturmadığını ve kendi varoluşlarını bir başkası üzerinden tanımladıklarını söylemek mümkün. Bir başka deyişle, karşıdakinin yaşadığı deneyime saygı göstermekten, onun farklı bir varlık olduğunu kabul edip duygusunu anlamaya çalışmaktan uzak bir şey empatlık. Net iletişim kurmayan ebeveynle büyümüş, sürekli mimik okuyarak ebeveyninin ruh halini çözümlemek zorunda kalan çocuklar, büyüdüklerinde empat olabiliyor ya da ötekine doğrudan sempati geliştiriyor. Bu özdeşim etkin ve sağlıklı sonuç veriyor mu peki? Aslında hayır. Özdeşim kurdukları kişilerin gündeminden kendi gündemine kolayca dönemeyen aşırı empatikler, bu kişilerle aynı kaderi yaşıyormuşçasına sorunlar karşısında kilitlenip kalabiliyorlar. Ya da kendi sorumluluğu dışındaki sorumlulukları yüklendikleri için tüm gayretiyle kendilerine ait olmayan sorunu çözmeye çalışıyorlar. Böylece enerjisi tükenen, karşısındakinin aklıselim çözüm yolları bulmasına yardım edemediği için en nihayetinde gereksiz telaş ve üzüntünün katlanmasından başka bir şey sunamayan ve sonuçta her iki tarafın da memnun olmadığı tablolar ortaya çıkıyor. Bir uçta empati yoksunları, diğer uçta aşırı empatikler. Peki, yok mu bunun orta yolu?

Empati, Sempati Değildir

‘Kendini onun yerine koysana, ne hissederdin’ dediğimde ‘ben o değilim ki, nasıl onun yerine koyacağım kendimi’ cevabını almıştım çarçabuk. Her ne kadar empatiden oldukça uzak biri olsa da, arkadaşımdan duyduğum ve bolca eleştirdiğim bu tepki sonrasında kendi tutumumun da o kadar sağlıklı olmadığını düşünmeye başladım. Gerçekten de karşımdakinin ruh halini ya da yaşadığı durumun ona nasıl hisler vermiş olabildiğini tahmin etmekten başka bir şey yapmıyor olabilir miydim? Dolayısıyla, bana ihtiyacı olan birine, yaşadığı şeyi onun kadar sahiplendiğim, ona eş bir duygu durum içine girdiğim için tam olarak yardım da edemiyordum. Bu denli özdeşim yaptığım her olayda aslında ötekinin sorununu sahiplenerek sanki ona, onun bu sorunu kendi başına halledemeyeceği mesajını veriyordum. Böylelikle hem kendimi yıpratmış oluyordum hem de karşımdakine faydadan çok zararım oluyordu. Üstelik ben bir başkasının sorununu kendi sorunummuş gibi sahiplenerek fazla vericilikten dolayı yerlere düşen enerjimle muhatabımın adımlarını görmezden geliyordum. Hep iyi niyetten-mi?

Hayır, bunun adı empati değil de sempati, o yüzden. Sempatik bir dinlemede hikayeyi kendi penceremizden dinleriz. Kendi şemalarımız, başa çıkış biçimlerimiz ve kendi doğrularımızla değerlendiririz. Kişiyi ya da olayı öyle içselleştiririz ki, bazen özne-nesne ayrımı yok olur. Durum bizim varlığımızın bir uzantısı haline gelir. Karşı tarafı rahatsız eden işte tam bu noktadır. Onun yerine üzülen, oymuş gibi yapan biriyle baş başadır ve esas aktör karışmıştır. Oysa herkes kendi hayatının başrol oyuncusu. Kimseden rol çalmaya gerek yok, faydası da yok. Onun kadar üzülmek, onun gibi karmaşa yaşamak, onun gibi çaresiz hissetmek, sadece o kişiden iki tane yapıyor.

Bununla birlikte, bu durumun özdeşim kuran kişinin ‘işe yarama isteği’ne faydası olduğu çok açık. Böylelikle kendi varlığını güçlendiriyor. İhtiyaç duyulma isteğini besliyor. En nihayetinde tüm uğraşları boşa çıktığında, -ki başka birinin hayatını alıp onun yerine yaşamak mümkün değil, illaki boşa çıkacak- sempati geliştiren kişi haksızlığa uğradığını düşünmeye başlıyor.

Aslında bu konu doğrudan önyargıyla ilişkili. Önyargı, olumsuz bir anlam çağrıştırsa da olumlu önyargılarımız da var. ‘Herkesi kendim gibi sanıyorum’ diye başlayan cümlelerle başkaları tarafından nasıl da aldatıldığını anlatan kişiler vardır etrafınızda. Bu durumda o kişi, ötekini kendisiyle özdeşleştirmiş, içselleştirmiş, gözlemlememiş, yargısızca bakamamış, karşısındakine olumlu anlamalar yüklese de yanılmıştır. Çünkü olumlu anlam yüklese de kendi penceresinden bakmıştır.

Oysa empati, karşıdakini tam da olduğu haliyle görebilmek ve hissedebilmektir, yani onu olduğu gibi anlayabilmektir. Empatik bir dinleme, yargısız şekilde o kişinin konuşup kendini ifade etmesine yardımcı olmak, kendi çözüm yolunu kendisinin bulmasına eşlik etmektir. İnsanın anlaşılma isteğine cevap verecek tutum da budur.

Başkalarını Anlamak İçin Kendini Anlamak

Hisleri konusunda karmaşa yaşayan insanlar, başkaları hislerini onlarla paylaştığında da aynı karmaşayı yaşarlar. Bu sebeple empatinin ön şartı kendinin farkında olmaktır. İnsan kendini tanımadan, kendi sınırlarını çizmeden, varlığının nerede başlayıp nerede bittiğini bilmeden empati kuramaz. Kuracağı bağ, kendi gözlükleriyle karşısındakini değerlendirmek olacaktır ki, bu da temelde önyargılı bir sempatidir. Toplum olarak yapmayı en çok sevdiğimizdir. Bayılırız akıl vermeye, ‘sen de şöyle diyemedin mi’, ‘bunu böyle yapmamalıydın’ demeye.

Ne yapalım ayna nöronlarım çok aktif ya da elimden bir şey gelmez, ayna nöronlarım çalışmıyor diyerek sorumluluğu atma şansımız var mı peki? Özgür irade sahibi insan, bu şekilde paçayı sıyıramıyor. Tam bu noktada konunun başlangıcında ayna nöronların aktive olup olmamasından hareketle biyolojik bir determinizm gibi anlaşılabilecek durumu netleştirelim. Ayna nöronlara borçlu olduğumuz empati, duygusal zekamızın yetilerinden biridir ve IQ’nun aksine EQ’yu, yani duygusal zekamızı geliştirmek mümkündür.

Sinir bilim çalışmaları, beynimizin adaptasyon yeteneği olduğunu kanıtlıyor artık. Nöroplastisite denen bu yetenek sayesinde beynimizin mevcut işleyişi değişebiliyor. Nöronlar ve sinapslar arasında yeni bağlar, yeni kanallar kuruldukça ötekini, daha geniş anlamıyla hayatı anlamlandırma şeklimiz değişebiliyor. İşte bu sebeple duygusal ve sosyal zeka gelişmeye çok açık. Yani, ayna nöronların biyolojik mahiyeti kaderimiz değil.

Temelde duygu, düşünce ve duyumlarımızın farkındalığıyla oluşan esneklik hali, hissizliğimize de aşırı duygusallıkla duyguları yönetememe durumunda da çözüm gibi duruyor. Psikolojide daha yaygın kullanılmaya başlayan bu ‘gelişen zihin paradigması’, kişinin değişimini mümkün kılıyor. Esasında kadim felsefeler de kişinin kendilik geliştirmesi için önyargılardan arınması gerektiğini savunuyordu. Her şeyi olduğu gibi yargısızca gözlemleme hali, kendimizi de.

Kendi benliğinin farkında olmayan biri, başkasının varlığını nasıl tanıyabilir ki? Kendi duygu, düşünce ve davranışlarımızın farkında olmak; değerlerini, hedeflerini bilmek, tercihlerinin sorumluluğunu alabilmek, duygularını yönetebilir halde olmak için kendimizi tanımaya fırsat vermeliyiz belki de.

Malum, bizimki gibi toplumlarda birey olmak, kendi sınırlarını çizmek bencillikle karıştırılıyor. Hal böyle olunca insanlar kendinden daha büyük gördüğü bir yapıya, kuruma ya da lidere sorgusuz sualsiz teslim olarak benliğini tanımlamaya çalışıyor. Böylelikle kendi farkındalığını geliştirmek, potansiyelini gerçekleştirmek gibi zor bir sorumluluktan sıyrılıyor. Kendini sadece bir aidiyet üzerinden tanımlamak da empatiyi imkansız kılıyor. Çünkü empati için ötekinin varlığını tanıyarak, yargısız dinlemek gerek.

Ortaklaşamayan Toplumumuz İçin Empati

Yüz yüze ilişkileri makro perspektife taşıdığımızda, toplum olarak biz duygusunun yitimi ve kocaman bir hissizlikle başbaşalık halini görüyoruz. Bu epey bir süredir böyle ama hızlı seyreden bu durumun tam olarak hangi aşamasında olduğumuzu zaman gösterecek. En duyarlımızdan en gamyemezimize kadar çeşitli ölçütlerde değişimi olumsuz yönde hissediyoruz, her ne kadar yorumlama ve tepki biçimlerimiz farklı olsa da.

Bu hissizlik halinde bazılarımız fazla sempati yüzünden yorgun, bazılarımız yaşanan felaketler karşısında bile hiçbir duygu belirtisi göstermeden kendine yabancılaştığı bir bencillikte yalnız. Kendi dünyasından çıkıp ötekiyle duygu birliği kurmayı reddediyor. Diğer yandan, toplu olarak hissettiğimiz çaresizlik hali, bizi baş edemediğimiz sorunlar karşısında kendi alanlarımıza hapsediyor. Böylece ötekiyle iletişimimiz kalmıyor. Anlaşılmamaktan, empati yoksunluğundan çürüyoruz. Özne olarak nesneyi olduğu gibi görme biçimlerimiz bozuluyor.

Önyargılarımıza sağlık, -olumlu ya da olumsuz- ötekinin varoluşunu reddediyoruz. Onlara kendi perspektifimizden bambaşka anlamlar yüklüyoruz. O yayılmacı anlamlarla kaplıyoruz her yanı. Merak dahi etmiyoruz. Sonuçta herkesin inandığı gerçekler bile farklılaşıyor. Oysa insan ancak empati sayesinde özne (kendi) olarak nesneye (bir başkası) yönelik yayılmacılığına son verebilir.

Kendi varoluşumuzun farkında olmadan, ötekini olduğu haliyle anlamaya çalışmadan, sınırlarımız ölçütünde hayata etken ve etkin katkılar sunmadan bu hissizlik halinden kurtulmak mümkün değil.  Her yerin ‘biz’den ibaret olduğu bir toplum, zaten toplum olmaz. Herkesin ‘ben’den ibaret olduğu bir yapı da toplum değildir zira. Geçirdiğimiz bu zor zamanların getirdiği yüklerden biraz olsun kurtulmak için, çaresizlik duygusunun girdabında sürüklenmek yerine kendiliğimizi duyumsayarak kendimize bir şans verebiliriz belki de.

Belki kendimizden başlayarak ön kabullerimizi değiştirme hali, ötekine bakışımıza yansır. Ortaklaşabileceğimiz alanların mümkün olduğunu, altında ezildiğimiz bu toplumsal kurumların, bu köhne heyulanın değiştirilebilir olduğunu da fark ederiz. Değişim için bizim neler katabileceğimizi sorgulamaya başlarız. Gelişen zihinlerimiz artık sabahtan akşama kendi gözünden ‘ne oldu’yla uğraşmanın fayda getirmediğine kanaat getirip ‘ne yapabiliriz’ e odaklanmaya başlar.  Tüm gelişim yolları kapanmış gibi duran toplum için ortaklaşma hali böylece canlanır belki de.      

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir