imposter sendromu
PSİŞİK HALLER,  UYUMSUZ(A) NOTLAR

İmposter Sendromu: Kaybet-Kaybet Oyunu mu?

Erken çocukluktan itibaren hayata dair bize öğretilenlerle şekilleniriz. Bu süreçte yaşadığımız ortama uygun birer birey olmamız için var gücüyle çalışır sisteme ait her ne varsa. Bize belletilen doğruları ya da yanlışları, kabul gören ve görmeyen durumları birer sünger gibi çeker, ezber ederiz. Her çaba kabul görmek içindir en çok. Cooley’in ‘ayna benliği’ kavramı tam da bu noktada işlevsel olur. Bize yansıtılanı bizmişiz gibi görmeyi öyle kanıksarız ki, bir süre sonra içimizde bizimle doğan biz yanımızdan vaz geçeriz. Sonrası herkesin bildiği hikaye. Hep sanki bir şey eksiktir çoğumuzda. Kendimizi bulabilmek, bizi biz yapan içimizdeki sesi duyabilmek için yıllarımızı veririz. Ne birey olarak kendimizi gerçekleştirebiliyoruzdur, ne de uğruna kendimizden vaz geçtiğimiz toplum kuralları, içine mahkum olduğumuz sistemi müreffeh ve huzurlu bir hale getirmiştir. Delilik sözleşmesi dediğim işte tam da bu. Tam anlamıyla bir kaybet-kaybet oyunu.

Hayatın doğruları ya da yanlışları olarak genel kabul gören şeylerin aslında bize öğretildiği gibi olmayabileceğine dair ilk parlak fikirler ergenlikte belirir. Bir sorgulama hali olması açısından bireyin ergenliği çok kıymetlidir bu yüzden. Bu dönem bir anlamda birey olarak var olmaya yönelik bir manifestodur. Ancak mükemmeliyetçi ebeveynlerle yetişen benim gibiler, hayata dair o ilk sorgulamalarını öyle özgürce haykıramazlar. Uymaları gereken bir yığın kural kadar, aşmaları gereken bir yığın engel ve basamak vardır varlıklarını ispat için. Oysa bir yanardağ gibi kaynar içleri bir dolu soru ve sorgulamayla. Sorgulamalarını bastırmayıp farkındalık kazananlar için başka bir level açılır oyunda. Hem sistemi, hem kendini sorgulayıp durmak meşakkatli iştir nitekim. Sistemin o yırtıcı dokusunu özünden reddettiğin için mi uzak durursun, yoksa ayaklarının ucuna basa basa yaşadığın nezaketin seni o sistemin bir neferi mi yapmaz bir türlü, bu ikilemde savrulur durursun yıllarca.

Yıkıcı bir sistemin içinde mükemmelliyetçi olmak

Her insan doğal olarak, yaşadığı toplumun doğruları içine doğar ve öyle şekillenir. O doğrular kişinin yol haritası olur; eline tutuşturulan, kendisini diğerleriyle kıyasladığı çıpalar olur. Mükemmelliyetçi bakım verenle büyüyenlerse bu çıpaları tabulaştırır. Aşmak istedikleri basamakların her biri, bir araçtan çok hayatın odak noktasına, hatta amacına dönüşür.  Nihayetinde ortaya koydukları başarıların her birinin başına eklenen ondalıklı çarpanlar misali genel sonucu düşürüverir.

‘Zaten yapmak zorundasın, sana da/bize de böylesi yakışır, olması gerekeni yaptın diye sevinme’ gibi mesajları çeşitli kodlarla alır çocuk. Sonrasında farkındalık damarı ağır basanlar bir şeylerin ters gittiğinin bilincine varır ve mutsuzlaşır. Ya da mutsuzluğunun farkına varırlar. Yine de içinde bulunduğu girdaptan çıkmak için hayatları boyunca kendileriyle hesaplaşmaları hiç bitmez.

Döne döne aynı rüyaları görenlerin bilinçaltından bilinç düzeyine bir yardım çağrısıyla karşı karşıya olduğunu, esasen derinlerde çözmeleri gereken ciddi bir sorunun varlığını bilirsiniz. Beni imposter sendromuyla tanıştıran da, hayatımda aralıklarla tekrarlanan işte o tek rüyam olmuştu. Hatırı hala sayılır bir üniversiteden mezun olan ben, tekrar tekrar gördüğüm rüyada hep aynı senaryonun içinde boğuşuyordum. Lise derslerinden birini tamamlayamadığım için üniversite mezuniyetim ve dolayısıyla yüksek lisans ve doktora çabalarım da dahil olmak üzere tüm eğitim hakkım bir anda çöpe gidiyor ve ortaokul mezunu olarak kalakalıyorum. Kendimi ifade etme yolu olarak öğrenmeyi ve eğitim hayatını odağa alan biri için oldukça hazin bir son, öyle değil mi?

İmposter sendromu

Peki nedir bu imposter sendromu? Kelime anlamı sahtekar olan bu sendroma sahip kişiler, tüm somut deliller aksini gösterse de tek kelimeyle yetersiz olduklarına inanırlar. Hayatlarında iyi bir eğitim alsalar da, çeşitli ‘somut’ başarılara imza atsalar da, ‘iyi bir konum’a sahip olsalar da içten içe bunların hiçbirini benimseyemez, sahiplenemezler. Ve yine için için kendilerinden bir şüphe halindedir bu sendroma tutulanlar. [1]

Aşağılık kompleksiyle karıştırılmasın diyor uzmanlar, çünkü sistemin alkışladığı şeylere sahip olamadıkları için yetersiz hissetmiyor imposter sendromlular. Aksine genelde başarılı addedilen kişilerde ortaya çıkıyor bu duygu bozukluğu. İmpostera eşlik eden en temel özellik mükemmelliyetçilik. En temel his, başarıyı sahiplenememe. En temel dönüşlü eylem ise kendine sabotajcılık.

İmposter sendromluların içlerinden bir ses sanki hep tesadüf eseri o konuma erişmiş, şans sayesinde o başarıları elde etmiş, hayatındaki her iyi şeye hep dış bir faktör sebep olmuş diye fısıldar. Çevrelerindeki herkesin kendileriyle ilgili yanıldığına-ya da onları yanılttıklarına; aslında o kadar da ‘iyi’, yetenekli ya da bilgili olmadıklarına ama öyleymiş gibi göründüklerine inanırlar. Bu yüzden iltifat ve övgü almakta çok zorlanırlar. Bilinç dışında inandıkları bu ‘insanları kandırma’ düşüncesinden hareketle 1970’lerde Suzanne Imese ve Pauline Rose Clance tarafından sahtekar sendromu olarak isimlendirilmiş bu duygu hali. 

Kendi emek ve çabalarını görmezden gelen ya da küçümseme eğiliminde olan imposter mağdurları ‘foyalarının’ günün birinde ortaya çıkacağı korkusuyla yeni adımlar atmakta genel olarak isteksizler. Her ne kadar tüm bunlar bu mağdurların bilincinde cereyan etmese de, bilinç dışından gelen bu korkunun yoğunluğu onların hayatlarını güçlü bir şekilde ve elbette içinde bulunduğumuz başarı odaklı sistemde fazlasıyla olumsuz şekilde etkileyip potansiyellerinin altında hayatlar sürmelerine neden olur.

Başarı korkusu mu, o da ne?

Başarısızlık korkusu, özellikle de mükemmelliyetçi yetişenler için kulağa alışıldık geliyor elbet ama başarıdan da korkulur mu demeyin. İmposeterlıların bana göre en büyük korkularından birisidir başarı korkusu, her ne kadar bilinçle reddetseler ve başarılı olmayı çok arzuladıklarını söyleseler de.

Bu noktada belki de başarılı olmak, kişinin altta yatan sahtekarlık hissi için en büyük tetikleyici olarak beliriyor.   Bu histen uzaklaşmak için başarıdan da farkında olmadan uzak durur bir  imposter sendromlu . Ulaşabileceği hedeflere tam varmak üzereyken öyle bahaneler bulur, o bahaneleri  öyle güzel rasyonalize eder ki, bu duruma önce kendisi yürekten inanır. Önüne çıkan fırsatları reddeder. Sonuçta pek çok imposterlının elinde kalan, potansiyelinin altında yaşadığı hayat olur.

Başarı korkusunun altında da tıpkı imposter sendromunda olduğu gibi mükemmelliyetçilik, daha net bir ifadeyle mükemmelliyetçi ebeveyn ya da bakım veren var. Çünkü onların çıtaları hep çok yüksek. Malumunuz, bu tip ailelerde çocuk bir basamağı atladığında önüne daha yükseği konur. Çocuğun öz yeterliliğini baltalamak için sanki elinden geleni yapar bu ebeveynler, farkında olarak ya da olmayarak. Başarı normalleştirilir, sıradanlaşır. Doğal olarak o çocuk bir yetişkin olduğunda artık hiçbir başarısını sahiplenemez hale gelir.   Başarının çok da önemli bir şey olmadığına inandığından belki de, başarıyla sağlıklı bir aidiyet ilişkisi kuramaz.

İmposter sendromuyla başa çıkmak için bu sahtekarlık hissi belirdiği andaki duyguların farkında olmak, başarıyı gerçekten hak ettiğine inanmak, bu duygunun çok yaygın olduğundan hareketle çevredekilerle duyguları hakkında konuşmak, yetersiz hissettiğinde aslında yetersiz olmadığını düşünmek, kendine karşı nazik ve şefkatli olmak gibi maddeler öneriliyor. Mükemmelliyetçiliğin törpülenmesi de uzmanların önerileri arasında. [2]

İmposter sendromunu tersten okumak

İmposter sendromundan bahsetmek isteyişimin temel nedeni ‘bu sendrom nedir, ne değildir, bizden götürüleri nelerdir’den ziyade, sendromlarla ya da bozukluk olarak addedilen bazı kişisel özelliklerle sistem arasındaki ilişki üzerine düşünmek.   Diğer pek çok duygu durum bozukluğunun içinde imposter sendromu, toplumun ve genel olarak sistemin bize dayattığı hayatı yaşamak zorunda oluşumuzun belirgin bir göstergesi gibi geliyor bana.

Araştırmalara göre toplumun %70’inin hayatlarında bu sendromu en az bir kez deneyimlemesi, sendromun kadınlarda erkeklere oranla daha sık görülmesi toplumsal baskı mekanizmalarının bireye ne derece zarar verdiğinin bir göstergesi değil mi? Bireyin kendini var hissedebilmesi için önceden belirlenmiş kurallara kendini uydurmaya çalışması sonucu ortaya çıkmıyor mu bu yetersizlik hissi ve kendinden şüphe hali?  Ben’imizin, içsel dünyamızın hep çevreye göre şekillenmesinin, iç görümüzün hep dışa kaymasının sonuçlarından biri değil mi bu sendrom da diğer pek çokları gibi? Başarı göstergemizi, mutluluk katsayımızı ve daha genel anlamıyla kendimizi tanımlama biçimimizi belirleyen şey, hep öteki. Kendimiz ve ötekiyle kurulan bu eşitsiz ya da adaletsiz ilişki sonucu birey olarak benlik özgürlüğümüzün bile olmaması yeterince ürkütücü değil mi?

Toplumun dayatmalarını kendi seçimlerimiz sandığımız gibi, toplumun ya da genel olarak sistemin başarı çıtalarını, standartlarını, mutluluk tanımlarını, yaşam tarzlarını da içselleştiriyoruz. Böylece birey aslında hiçbir zaman tamamen kendisi olamıyor. Genel standartları yakalayamayanlar, diğer bir deyişle oyunun dışında kalanlar başarısız ve mutsuz, ezik ya da ‘failer’ olarak kodlanıyor. Birey de bu kodlamayı kendi öz değeriymiş gibi benimsiyor.

İçine doğduğumuz dünya

‘Böyle bir dünya içine doğduğumuz için’ demişti üniversite birinci sınıfta dünya tarihi dersi veren hocam, ‘işte sadece bu yüzden tüm bu olan biteni normal görüyoruz’. Bu basit ama çok temel çıkarım benim için yapbozun eksik kalan parçasıydı. Sonrasında hem sistemi hem de kendini sorgulayan o seviyede sık sık referans aldığım, sırtımı yasladığım, ona dayanarak radikal kararlar aldığım kilometre taşım oldu bu basit cümle.  Özgürce seçtiğimizi düşündüğümüz hiçbir seçimimizde aslında gerçekten özgür olmamamız da bu edilgenliğin eseri, kendimizden eksiltmek pahasına sistem için sağlam bir yere konuşlanıp koca hayatı kendimiz dışındakine yani ötekine göre planlamamız da. Ve tabi bize biçilen tanımlamalar ve etiketler de. Genel geçer standartların dışında olmak, çemberin dışına itilmek yine etkince ve özgürce yapılan tanımlar ve oluşlar değil bu bakış açısıyla. Peki sendromlar da bir bakıma bu hayatın verili kodları üzerinden tanımlanmıyor mu?

Buradan hareketle imposter sendromluyu bir sendromlu yapan şey; var olduğu haliyle değil de, olması gerektiğine inandığı haliyle bir varoluş mücadelesine girmesi olur olsa olsa.   İçinde bulunduğumuz emekçe fakir ama imajca zengin bu çağda yeterli olup olmadığını sorgulayanlara sendromlu gözüyle bakılması da ‘içine doğduğumuz dünyanın’ normallerinden olsa gerek.

İmposter’a Güzelleme

Başarının sahiplenilememesi ya da başarıyı hak etmediğini düşünmek elbette çocukluktan gelen güçlü kodlar ve şemalarla yakından ilişkili, hatta bunun bir sonucu. Ancak, psikoloji literatüründe bir duygu durum bozukluğu olarak adlandırılan imposter sendromu çoğu zaman, kişiyi toplum ve insanlık adına hiçbir katkı geliştirmeden sırf kendini çok iyi pazarlayabiliyor diye spot ışıklarının altında poz veren pek çok öz-seviciden daha nezaketli, çok daha üretken yapabiliyor.  Kontrol altına alınabildiği ya da dengelenebildiği takdirde bu ‘sendrom’a meyil, kendini gerçekleştirme ve dünyaya katkı sunma noktasında ‘fazlasıyla yeterliyim’ kibrinden çok daha kullanışlı görünüyor.

Yaşadığımız dönemde sistem,  hiçbir şey üretmeden sadece imaj üzerinden ulaşılmak istenen ‘pırıltılı’ hayatları, sorgulanmadan dahil olunan ‘zamanın ruhu’na uygun kimlikleri, marketing taktikleriyle elde edilen statüleri ulaşılması gereken hedefler olarak sunarken; acaba yeterli miyim, daha çok üretebilmek için daha fazla ne yapabilirim sorularıyla kendine çeki düzen vermeye çalışanlar için dünyayı bazen başka bir gezegen haline getirebiliyor.

Bu yazı baştan sona bir imposter güzellemesi değil elbet; olsa olsa imposter sendromluların ‘naif acaba’ sorularını dış dünya üzerinden kendi varoluşlarına yöneltmek için empatik bir çağrı.  Sistem tarafından koca bir zafiyet olarak tanımlanan özellikleriniz, optimumunuzu içsel bir bakış açısıyla yeniden kodladığınız takdirde özsel bir avantaja bile dönüşebilir belki de. Hatta belki de, dış dünya gözlükleriyle içine itildiğinize inandığınız kaybet-kaybet oyununun bir yanılsamadan ibaret olduğunu fark edebilirsiniz. Kim bilir? Ve yaşasın bir derdi olan herkes.  


[1]    Arlin Cuncic, “What Is Imposter Syndrome?”, https://www.verywellmind.com/imposter-syndrome-and-social-anxiety-disorder-4156469

[2] Gill Corkindale, “Overcoming Imposter Syndrome”, Harvard Business Review, 7 Mayıs 2008

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir