insan istisna
DEVEKUŞU TERBİYECİSİ

İnsan İstisna mı?

Çocuklara sınırsız özgür alan açma yaklaşımı popüler olmuştu bir ara. Her şeyi çocukları adına yapıveren helikopter ebeveyn modeli furyasından hemen sonraydı sanırım. Çoğu anne-baba sorumluluk-özgürlük dengesini gözetmeden bazen iyi niyet, bazen de tembellikten çocuklarının dünyanın en yetenekli insanları olduğunu varsayıp onlara her şeyi yapmaya kadir varlıklar gibi davranma yolunu seçmişti. Çocuğun ‘yapabilme kapasitesi’ni ölçmeden, çocuğu kendi potansiyeli içinde bir değerlendirmeye tabi tutmadan onu büyük hedeflere şartlamak, çocuğu baş edilmesi zor bir yetersizlik duygusuyla baş başa bırakıyor oysaki. Sınırlarını korumakla başkasının sınırlarını ve varlığını hiçe sayan, sadece kendisini hayatın merkezine alan, empati duygusu gelişmemiş bireyler biraz da böyle şekilleniyor.

‘Eğer istersen her şey mümkün felsefesi’ çocuk eğitiminde olduğu gibi, popüler kişisel gelişimin de can damarı. Kişinin kendiliğini aramasını, tanrılığını ilan etmesi olarak değerlendiren sihirbazların tavşan çıkardıkları şapkaları gibi. Hedefi için sınır tanımayan, engin varlık sınırlarına kimsecikleri sokmayan, herkesten her şeyi alma hakkına sahip ancak herkese ve her şeye hayır deme lüksü olduğuna inanan, dünyanın en merkezindeki bu ‘biricik insan’ sanrısı yaratma çabalarının altında da insanın istisnailiği inancı yatıyor.    

İnsanın Müstesna Olduğunu Kim Söylüyor?

İnsanın kendini merkezde hissetme sanrısı, bunu tasavvur etme yetisiyle birlikte gelişir elbet; yani bir bakıma tarihi epey eskilere dayanır. Tarih boyunca ortaya çıkan uygarlıklarda, toplum şekillerinde insan kendini doğada ayrıcalıklı bir konuma yerleştirir. Ve hep eşitsiz bir ilişki olur bu. İlginç olansa, insanın istisnailiği yanılsamasının diyalektik biçimde akmasıdır belki de. İnsanın kendisi dışındakilerle olan ilişki biçimleri, hep bir önceki biçime atıfla ama bir önceki paradigmayı da reddederek ilerler ama en nihayetinde hepsi ‘insanın merkezde olduğu inancı’yla sonuçlanır.

İnsanın kendinden üstün metafizik bir otoriteyi kabul ettiği dönemi ve onun reddiyesi olarak ortaya çıkan ve insan aklını otorite kabul eden pozitivist paradigmayı bu bağlamda ele alabiliriz. Semavi dinlerdeki insan merkezci yaklaşımla Aydınlanmayla gelen modernizmin insan merkezci algısı, toplumsal zihindeki yansımaları açısından oldukça benzeşir.  

Eşrefi Mahlukat

İnsan zihninde kendi üstünlüğünü meşrulaştıran toplumsal kurumlardan dinle başlayalım öncelikle. Semavi dinlerin çıkış kurgusuna değinip polemiğe girmek ve konunun maksadı dışına taşmasına izin vermek istemediğimden bu dinlerin sadece toplumdaki yansımasına bakarak bir değerlendirme yapmak daha uygun görünüyor.

Tanrı’nın tek otorite olarak kabul edildiği semavi dinlerin toplumsal izdüşümünde insanın istisnalığı apaçık ortadadır. İnsan en üstün varlık olarak yaratılmıştır ve Tanrı’nın halifesi olarak doğa onun emrine verilmiştir. Doğayı ve tüm canlıları kendi faydası için kullanma yetkisi bulunur. Çünkü ‘insandır o, yaratılmışların en şereflisidir’. Burada insana yüklenen sorumluluk bahsine girmiyorum, elbetteki yetki ve sorumluluk dengesi kurgulanmış olabilir, ancak insanın hep kendine fazlasını yontma eğilimi burada da karşımıza çıkarak ‘sorumluluğu kalsın ama tüm kutsallar adına verin bana yetkiyi’ demiştir illaki. Zaten malum, diyor da.

Sorgulamaya çalıştığım şey esasen, insanın doğa üzerinde tahakküm kuracağı bu yetkiyi alırken kendini yasladığı otorite ile kurduğu ilişki. -Baştan söyleyeyim, tüm inananlara indirgediğim bir genelleme değil bu. Kendini yasladığı otorite üzerinden kazandığını düşündüğü üstünlük payesinin sefasını sürenleri ve sırf bir dine aidiyeti olmasından dolayı en üstün olduğuna inananları kast ediyorum- Çünkü insan pratikte bu ilişkiye odaklanıyor ve kazandığına inandığı üstünlük payesine göre şekillendiriyor dünyasını. Bu üstünlük payesi sadece insan-doğa arasında kurgulanmaz; insanın insana üstünlüğü olarak da belirir.

Seçilmiş olduğu için, içine doğduğu dünyanın bir parçası olarak değil de efendisi olarak diğer her şeye faydacı ve tepeden bakan insan, hayata ve diğerlerine hiçbir katkı yapmadan, sadece inandığı için kendini üstün, diğerlerini aşağıda görür. Tanrı tarafından o seçildiği için kibre kapılmayı da, başkasının yaşam hakkını engellemeyi de kendine hak görebilir. Eziyet çekip dışlanıyorsa da seçilmiş olduğu içindir; zenginleşip güçleniyorsa da. Güçlenip serpilmeyi dünyada başaramazsa cennete kimin gideceğine o karar verir bu kez. Ortaçağ Hıristiyanlığında cenneti satmaya çalışır, günümüz Müslümanlığında da cennete kimseyi sokmamaya. Bu dışlayıcı zihin haritası da üstünlük sanrısıyla çizilmiştir.

Ötekine tahammülün olmadığı milyonlarca örnek arasından tek bir örnek yeter bu savı somutlaştırmak için: Hıristiyanlık adına yüzyıllardır o topraklarda yaşayan Müslüman ve Yahudileri soykırıma tabi tutan ve göçe zorlayan 15.yüzyıl İspanyasındaki zihin yapısı neyse, bugün IŞID ve türevlerinin dayandığı zihin yapısı da odur. Bu uç örnekleri seyrelterek günlük hayatımıza baktığımızda, çıkış noktasının hep aynı olduğu pek çok yaşanmışlık ve yaşanmakta olan şey görürüz: İnsanın istisnailik algısını ve yaslandığı din, ırk, cinsiyet gibi her ne kadar ayrıştırıcı kategori varsa bunlar üzerinden bu ‘istisnailiği’ meşrulaştırma isteğini.

Modernizmin Nihai Hedefi: İnsanın Mutluluğu

İnsan merkezci dinler insana istisnailik üflerken, pozitivizm üzerine bina edilen Aydınlanmanın çocuğu modernizm altta mı kalıyor peki? Hiç de değil. Fazlası var, eksiği yok hem de. Zira modern toplumların egemen toplumsal paradigması, insanın ayrıcalıklı olduğu ön kabulüne dayanır. Tek kabul edilebilir hedef olarak insanın mutluluğu gösterilir. Buna bağlı olarak Sosyal Darwinizm de bu paradigmanın toplumsal ve bilimsel yansıması olarak tüm gerçekliğiyle hayatımızı şekillendirir: Hayatta kalma hakkı, güçlülerindir. Bu argüman o kadar normalleştirilir ki, güçlü olanın güçsüzü ezmesi sorgulanacak bir şey olmaz artık zihinlerimizde.

Aydınlanmayla birlikte insanın aklıyla doğaya hükmedebileceği yeni bir paradigma başlar demiştik. Artık ‘Tanrı ölmüştür’ ve insanın hüküm sürmek için Tanrı’nın halifeliğine ihtiyacı yoktur. Artık kendisi tanrıdır insanın. Aklın araçsallaştığı bu yeni modelde ilk iş, doğayı tahakküm altına almak olur. İçinde yaşadığı doğayı, diğer canlıları ötekileştirip hükmü altına aldıkça bir parçası olduğu doğadan uzaklaşır insan, yalnızlaşır da. İnsanın aklıyla üstün olduğu sanrısı diğer canlılara üstünlükle nihayetlenmez. Birbiri üzerinde de tahakkümü getirir.

Frankfurt okulundan Horkheimer, Akıl Tutulması eserinde şöyle der: “İnsanın doğayı boyunduruk altına alma tarihi, insanın insanı boyunduruk altına almasının da tarihidir.” Tıpkı insanın doğaya üstünlüğüne olan kabulün dinsel meşruiyet kazanarak insanın insana üstünlüğüne dönüşüp yaygınlaşması gibi, modernizmin akılla meşruluk kazandırdığı insanın istisnailiği de doğaya ve insanın insana üstünlüğüne dönüşür.

İstisnailiğin yol açtığı ‘meşru’ üstünlükle uluslar icat edilir; Batı ve Doğu arasındaki kültürel farklılık Batının eriştiği güçle hiyerarşik bir ilişkiye dönüşür. 19.yüzyıla gelindiğinde artık batılı anlamda modern olmayan toplumlar, batılı toplumların gözünde kendileriyle eşit değildir. Sömürge tarihinin meşruiyet temelleri de böyle bir teorik arka planla atılmış olur. Bu tahakküm akıl üzerinden öyle normalleştirilir ki, batı modernizmine ulaşmamış toplumlar artık ‘yeryüzünün lanetlileri’[1] haline gelir.

Tüketim Krallığının Efendisi

Modernizmle insanlar arasında yaratılan hiyerarşi 20. yüzyıldan itibaren tüketim toplumu üzerinden şekillenir bu kez. Artık yığın yığın üretilen malların tüketiciye satılıp kar edilmesi gerekir. Kitlesel üretimle kitlesel bir doygunluğa ulaşan piyasa, kar etmek için bu kez farklı bir yol bulur: Kişiye özel, kişiye kimlik kazandıracak ürünler pazarlamak. Olmak değil, sahip olmaktır önemli olan.[2] Nihai hedef olarak belirlenen insan mutluluğunun tüketerek gerçekleşeceği öğretilmiştir insana.

Yeni bir teknoloji ürünü çıktığında geceden sıraya giren insanlar, asgari ücretle bir yıllık maaşına denk gelen ürünleri taksitle almaya çalışanlar, çoğunluk ekonomik darboğazda cebelleşirken dudak uçuklatan fiyatlarda aksesuarlarla poz verenlerin zihninde hep aynı kodlama var: Ben üstünüm ve bu üstünlüğümü sergilemeye hakkım var. Madem dünyanın efendisi olarak insanın yaşam amacı mutluluktur ve o da tüketerek elde ediliyordur, insan da tüketip mutlu olmak için her şeyi açgözlülükle bir fil hortumu gibi çeker ve söndürür; asıl sönümlenenin kendisi olduğunun farkına bile varmadan hem de.

Fosil yakıtlar doğaya zarar veriyor, sanayi çılgınlığıyla doğa delik deşik ediliyor, mutlu olmak için yaşayan onca insanı beslemek için hayvanlar 30 cm’lik alanda dünyaya gelip yine aynı yerde temiz hava görmeden dünyaya veda ediyorlar kimin umrunda? Çünkü insan, üstün olduğu için tüm bunlara da hakkı olduğuna inanıyor. Öfkesini yansıtmak için bir köpeği tekmelemeye ya da et tadından vaz geçemiyor diye canlıların itile kakıla bir meta gibi yetiştirilmesine, cins ev hayvanı istiyor diye hayvanların merdiven altında kuluçka makinasına dönmesine gönlü razı oluyor.

‘Sen Kimsin Ya?’

Artık karikatürize olmuş bu cümlenin, gücü her eline geçirenin ötekine savurduğu kibir dolu bu cümlenin muhatabı doğrudan insanın kendisi. İnsan olarak en çok ihtiyacımız olan şey köklü bir zihinsel devrim ve onun getireceği haddini bilme hali. İnsanın doğaya ve diğer canlılara verdiği zararın dönüp dolaşıp yine insanı vurduğu sonucuna varmayı doğru bulmuyorum; çünkü insan zihninin sağlığına kavuşması için insanı önceleyip kayıran reformcu bir çevreciliğin değil, derin ekolojik devrimin gerekliliğine inanıyorum . Öyle ki, kendinden başkasının içsel, özsel değerini hiçe sayarak ve kendi değerini abartarak bu iyileşme asla olmayacak. Yine kendi yarattığı bu bencil toplum yapısında, yaşadığı mutsuzluğu hazza odaklanarak kapatmaya çalışarak da.

Modernizm, reddedip yerine araçsal aklıyla biricik efendi insan paradigmasını koyduğu  ‘Tanrı’nın kulu/halifesi insan’ bakışından insanın istisnailiği konusunda pek de fazla ayrışmıyor. Aksine, modern insan algısı insanı boyunduruk altından kurtarmaya çalıştığını iddia etse de, onu içi boş bir büyüklük fantezisiyle fazlasıyla boyunduruk altında bırakıyor.

İnsanın istisnailik yanılsaması, üzerinde yoğun emek verilmesi gereken sosyopsikolojik bir sorun olarak dönüşerek ve artarak devam ediyor. İnsana giydirilen bu aşkın değer ve çarpık özgürlük fikri, onu ebeveyninin elinde sınırsız özgürlük hissiyle yetersizlik arasına sıkışıp kalmış, verimsiz, tembel, edilgen ve çok öfkeli çocuğa benzetiyor.

Nasıl ki ‘sen her şeyin en iyisine layıksın, en iyisini sen yaparsın evladım’ cümlesindeki o hırslı beklenti, çocuğa en iyisini yapması konusunda bir yandan baskı uygulayıp diğer yandan narsistik bir tema kazandırıyorsa ve nihayetinde çocuk da en iyisini yapamayıp geçirdiği ego sarsıntısını büyüklük hezeyanıyla etrafına zarar vererek tamir etmeye çalışıyorsa; insanın üstünlüğü konusunda otoriteden kazanıp kopardığı yetki alanı da insanı bu tarz bir döngüye sokuyor. Ve tüm bu hikayede olan, birbirinin kulu durumuna düşüp sönümlenen insana ve insanın kölesi ve metası haline gelen doğaya oluyor.

Görsel: Alexandr Podvalny


[1] Yeryüzünün Lanetlileri- Franz Fanon’a atfen.

[2] Sahip Olmak Ya da Olmak- Erich Fromm’a atfen.

2 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir