Kadınlar Ataerkiyi Neden Savunur?
Ataerki; erkeğin kadına göre egemen, başat ve belirleyici olduğu toplumsal sistem. Tüm yaşamımıza sinmiş olan, hepimizin farkında olmadan içselleştirdiği toplumsal rengimiz. Söze böyle başlayınca, yok canım bırak bu feminist söylevleri diye sözü alıp ağzımıza tıkayan ne çok kişi oluyor değil mi? Kadın hakkında konuşan, kadını biçimlendiren, sınırlarını, görünüşünü, seçimlerini hatta varlığını tanımlayan erkeksi söylemin sadece yaşamımızı değil, anlam ve düşünce dünyamızı da şekillendirecek kadar güçlü olduğu mega bir sistem bu. Tarihsel ve kültürel olarak farklı formlara bürünse de kök nedeni aynı olan.
Simone de Beauvoir’nın İkinci Cins’i başta olmak üzere feminist literatür, kadının sistem içinde ‘öteki’ olduğu, erkek normlarına göre tanımlandığı teşhisini koyar. Connell, ‘Toplumsal Cinsiyet ve İktidar’ kitabında bunun küresel bir cinsiyet düzeni sorunu olduğunu söyler. Her kültürde, her inançta farklı görünümler altında da olsa, bağımlı kılınmış ve erkeklerin beklentilerine uyum sağlamaya kodlanmış bir kadınlık imaj seti bulunur.
Muhafazakar ya da seküler formda olsun, ataerkiyi biz iyi tanıyoruz. Zorluklarla kazanılmış ve pratikte hala yer bulamayan kadın haklarının zayıflatılıp geriye döndürülmeye çalışıldığı bu dönemde daha iyi tanıyoruz. Güçlü bir ataerkilliğin gölgesindeyken ve fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet bu denli dozunu artırmışken. Şimdilik görünmeyen ataerkillik bir kenarda dursun; kadını görünür derecede ikincilleştiren, öteki yapan, erkeğin hiyerarşik üstünlüğünü bağıra bağıra yaşamın her alanında dayatan ataerkilliği konuşalım. Bunu da bu sistemi kadınlar savunabilir mi diye sorarak yapalım.
Hilafet İsteyen Kadınlar
Kadınlar ve ataerkinin tezat görünümlü ve fakat Katolik nikahlı evliliği üzerine yeniden düşünmek için yakın zamanda gündeme gelen ‘hilafet isteyen kadınlar’ bir sebep oldu aslında. ‘Bacılar hilafet istiyor’ sloganıyla sosyal medyaya yansıyan haberler, ara ara gündeme gelen hilafet savunucularını bize yeniden hatırlattı. Hafızamızın çok güçlü olmasına pek de gerek yok. Zaten son dönemde bu tuhaf talebi dillendirenlerin sesi daha güçlü çıkmaya başladı. Geriye dönük bu romantik özlemin elbette siyasi ve sosyo-ekonomik sebepleri var. Siyasal İslam düşüncesinin kronik ümmetçi kodlarla bezenmiş hedefleri bir yana; tarih, somut anlamda sıkışmışlık hissettiğinde romantize ettiği geçmişine sarılıp ayakta kalmaya çalışan toplum örnekleriyle dolu. Ve de şanlı ve cevval atalarının cihana hükmettiği günlerle övünmekten başka bu hayata bir katkısı olmayan insanlarla.
Hilafet isteyen kadınlar haberi, zihnimde ister istemez bir kategorik hatırlama süreci doğurdu. Aynı kök inanca dayalı pek çok olay sıralandı: IŞİD’e katılan kadınlar, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan kadınlar, Ruşen Çakır’ın ‘Ayet ve Slogan’ında anlattığı yakın tarihimizdeki kadınlar, din tüccarı şarlatanların eline insanlık onurunu ya da evlatlarını koyan kadınlar ve de kadınları ikinci konuma düşüren sistemi aile pratiğinde yeniden ve yeniden üretip duran tüm kadınlık biçimleri..
Bazı erkeklik biçimlerinin ataerkiyi güçlendirecek, iktidar alanlarını ve keyfiliklerini daha da genişletecek böyle bir yapıyı pragmatik bulabileceği önermesi kendi içinde çelişmezken, kadınların kazandıkları haklardan feragat etmeye bu denli hevesli olmaları ilk bakışta kolay anlaşılır gibi durmuyor. Ancak biz kadınların kolektif bir bilinç yükseltmeye ihtiyacımız olduğu dikkate alınırsa, ataerkiyi üreten kadınların zihinsel süreçleri üzerine düşünmek için mesai harcamamız gerektiğine inanıyorum. Kadınların kendilerine karşı bir sistemi savunmalarının altında yatan şey, evrensel ölçekte işleyen eşitsiz cinsiyet ilişkilerinin sürdürülebilirliğini sağlayan temel bir mekanizma: İçine doğduğun sistemi sorgulamadan benimsemek, olanı normal kabul etmek.
Eril Tahakküm Zihinleri İşgal Ediyor
Bourdieu’nun literatüre kazandırdığı eril tahakküm kavramıyla yola çıkalım. Toplumsal iktidar ilişkilerinin cinsiyet ayrımına yansımasını anlatan eril tahakküm, halihazırda var olan kadın-erkek eşitsizliğinin yeniden üretmek üzerine kurulu olduğuna dikkat çeker. Toplumsal ve tarihsel olarak kurulan bu eşitsiz ilişki tam bir tahakküm biçimidir der Bourdieu. İlginç olan, bu eşitsiz ilişkinin yeniden üretilirken aynı zamanda doğallaşması ve normalleşmesidir.
Peki kadınlar kendi aleyhlerine kurulu bu sistemi yeniden inşa etmeye, bu denli doğal kabul etmeye neden bu kadar hevesli diye soruyorduk. Yine Bourdieu’dan bir kavramla devam edelim. Sembolik şiddet, eril tahakkümün toplumsal düzende belirleyici bir yere sahip olmasını ve kadınların da bu düzenin devam ettiricisi olarak eril tahakkümü doğal/normal kabul etme eğiliminde olmasıdır. Kadınların eril tahakküme razı oluşu, eril tahakküm düşüncesini üreten değerleri meşrulaştırması ve yeniden üretmesiyle de sembolik iktidar gerçekleşir.
Bu demek oluyor ki, kadınlar ataerkil sistem içinde sadece fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddete uğramıyor, tüm bunlara ek olarak, belki de tüm bu şiddet biçimlerinin asıl üreticisi olan sembolik şiddete de maruz kalıyorlar. En basit anlatımıyla kadınlar erkeklerin üstünlüğüne razı oluyorlar. Bu razı oluş elbette bilinçli bir razı oluş değil her zaman. Aile, din, devlet, eğitim sistemi, medya aracılığıyla bu zor-rıza ilişkisi kuruluyor. Toplumun ürettiği değerler, alışkanlıklar ve pratikler üzerinden yeniden üretiliyor. Özetle ataerkil sistemin sürdürülebilirliği, erkeğin kadına karşı hiyerarşik üstünlüğünün doğallaştırılmasıyla doğrudan bağlantılı gelişiyor.
Kutsala Tutunan Ataerki
Saygı ve itaatin birbirine karıştırıldığı toplumların zemini kutsalın sömürülmesine öyle açık ki, geleneksel toplumsal yapılar kolayca kutsal addedilip çemberin dışına çıkanlar kolayca şeytanlaştırılıyor. Putları yıkmak için geldiğini ilan eden dini önderlerin takipçileri hiç yabancılık çekmeden fayda sağlayacakları her şeyi kutsal bir puta dönüştürüp bunun üzerinden kolayca tahakküm kuruyor.
Malum, çoğu insan içine doğduğu sistemi verili ve değişmez kabul ederek sürdürüyor hayatını. Bu sistemde baştan ezber ettirilen hayali sınırlardaki bekçiler sanki kutsal ve dokunulmaz levhalar tutuyor ellerinde. Öyle bir zihniyet ki bu, sadece sorgulamak dahi günah sayılıyor. Öğrenilmiş bir çaresizlikle konumlarını kabul eden kadınlar, kendilerine nerede duracaklarını dikte eden erkeklere karşı çıkamadıkları gibi bu adaletsiz sistemi sorgulamayı akıllarından bile geçirmiyorlar. Öyle ki kadın olarak kendilerine verilen rolleri eksiksiz gerçekleştirdiklerinde makbul kişi olacaklarına inanıyorlar.
‘Kutsal’ı arkalarına aldıklarını düşünerek zinhar müzakereye yanaşmayan, yaşam alanını tıka basa doldurarak kadına yer ve söz bırakmayan bu erkek egemen düşünce sisteminin kadınlar açısından normalleşmesi için kullanılan mitlerin ezberini bozmak öyle kolay olmuyor.
Adem’in Kaburgası
Sümer ve Akkad kültüründeki ataerkil hikayelerin Eski Ahit’e katkısını ve oradan da İslam kaynaklarına etkisi dinler tarihi literatüründe bol bol incelenir. Mitler sonsuz sayıda, hangi birinden başlayalım? En bilinen ve tüm Ortadoğu kökenli inançlarda paylaşılanı örnek verelim: Tanrı Adem’i yarattıktan sonra Eva/Havva’yı da onun kaburgasından yaratıyor. Her şeye gücü yeten Tanrı’yı, bile isteye geri dönüşümcü yapıyor bu zihniyet, sırf kadını erkek karşısında aşağı ve bağımlı göstermek için. Bu akıl dışı rivayete bir de ayartıcı kadın imajı ekleniyor. Cennette rahatı yerinde Adem, şeytani güzellikteki Eva/Havva tarafından aklının çelinmesi sonucu kovulup gözden düşüyor. Bu anlatıyı olduğu gibi kabul eden, aklına yatmasa da ‘vardır bir bildikleri’ diyerek ‘yoldan çıkmamaya’ çalışan, Havva’nın ‘günahını’, Adem’den borç aldığı kaburganın minnet ve mahcubiyetini toplumsal bilincinde taşıyan öyle çok kadın var ki.
‘Lanetli’ geldiği dünyayı tüm çilesine, tüm aşağılanmalarına ve kısıtlamalarına rağmen kendilerine dayatıldığı üzere pekiyi derecede tamamlayarak en doğal haklarından mahrum kalmayı göze alan kadınlar olmasaydı, kutsalla kandıran ataerki bu denli güçlü olur muydu? IŞID gibi din kutsalını bayraklaştırdıktan sonra uyuşturucu çekip seks partileri yapan, insan canını bir tanrı edasıyla alıveren gözü dönmüş canilere hizmet etmek için ülkelerini terk eden kadınlar nasıl açıklanabilir yoksa. İnsan onurunu uydurulmuş kutsalla değiştiren din tüccarlarına çocuklarını emanet eden anneler nasıl açıklanabilir ki başka?
Eril Dini Dile Karşı Çıkan Kadınlar
Kültürel feminizmin temellerini atan Elisabeth Cady Stanton, 19.yüzyılın sonunda yazdığı Kadının İncili’nde kadının siyasal haklarının yanı sıra toplumsal ve dini pratiklerin de gözden geçirilerek kadının konumunun iyileştirilmesi gerektiğini savunmuştu. Toplumsal hayatı bu denli etkileyen din kurumunun erkek din adamlarının elinde patriyarkileşmeyeceğini düşünmek naiflik olur. Hem dinin toplumsal görünürlüğü hem de çoğulcu- kimlik temelli feminist hareket bağlamında, Müslüman feministlerin toplumdaki eril tahakkümün aygıtlarından birinin altını oyma gayretlerini değerli buluyorum. Zaten bu sebeple onlara en çok karşı çıkanların, kadını ikincilleştiren bu sisteme razı ve sistemi üretmeye hevesli tutucu kadınlar olduğu gerçeği de şaşırtıcı gelmiyor.
Müslümanlar feministler, adil bir Allah’a inandıklarını ve kadın ve erkeğin dini olarak cinsiyetlerine göre değil, eylemlerine göre değerlendirileceğini savunuyor. Dini sembol olarak sakal-bıyık-takke gibi erkeksi semboller yerine başörtüsü üzerinde ağırlıkla durulmasının dini yorumlayanların patriyarkal zihniyetiyle ilişkisi olduğuna dair bir örnek olarak sunuyorlar. Erkek hocaların, dini liderlerin yorumladığı dini dilin kadını ikincilleştiren, kadın üzerinde tahakküm kurulan ve yaşamının her alanına müdahale eden ataerkilliğine karşı direniyorlar. Müslüman feministlerden Berrin Sönmez, ‘Allah’ın verdiği hakların erkekler ve ataerkil düzen içinde erkek hocalar tarafından gasp edildiği’ni savunurken dini kodlarla baştan ayağa bürünmüş toplum yapısına yeni bir bakış açısı sunuyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden Rütbe Uğruna Vaz Geçmek
Kadın haklarının ve güvenliğinin gasp edildiği bir sistemde onu koruması gereken hukukun uygulanması çoğu zaman olayın sosyal medyadaki haber değerine göre değişiyor. Cezaların caydırıcı olmaması ve uygulanmasındaki isteksizlikse cabası. Bu zor şartlar altında kadını şiddetten korumak için çok önemli bir mekanizma olan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmayı tartışanlar elbette fütursuz tahakkümlerini kaybedecek erkekler. Bununla birlikte azımsanmayacak ölçüde kadın, sözleşme karşıtı kampanya yapıyor. Kadının ifadesinin yeterli olması sanki en çok onları rahatsız ediyor. Kadına yetki ve sorumluluk verilmesinden, erkekle eşit konumda olmasından sanki korkuyorlar. Alıştıkları konfor alanını terk etmek istemiyorlar.
İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan kadınların bazıları bunu erkeklerin itibarını korumak adına misyon edinmiş durumda. Böyle bir sistemde sanki erkekler kendilerini savunamayacakmış gibi kadınlar onların haklarını savunmayı görev sayıyor. Ne ilginç bir çelişki, değil mi? Hepsi mevcut sistemin korunması için. Sanki evlilik akdini, kadının ‘tüm haklarını satın almak’ olarak algılayan bir toplumda yaşamıyormuşuz gibi. Sanki boşandıktan sonra eski eşinin hala ‘tebası’ olduğuna inanıp bunca kadın cinayeti işlenmiyormuş gibi. Sanki şiddetle dolu evlerde, aile adı altında çarpık ve sevgisiz nesiller üretilmeye devam etmiyormuş gibi. Tüm bunları tartışıyor olmak bile biz kadınlar için yeterince küçük düşürücü.
Ataerki; dini, değerleri, kökleşmiş alışkanlıkları arkasına alarak devam ederken, gücünü siyasal söylemin şiddet diliyle de pekiştiriyor. Sert söylemler, şiddet dili, kadının yerini belirleyen erkek söylevleri mevcut tahakkümü toplum tabanında meşrulaştırmaya devam ediyor. Anne olmayan kadının köksüz bir varlık olarak algılatılmasına maruz kalıyoruz. Kadınlık biçimleri rütbeler halinde sıralanıyor. Bir erkeğin karısı, annesi, kızı ya da kız kardeşi olmak gibi rütbeler; güler yüzlü, anlayışlı, şefkatli ve itaatkar sıfatlarla bezenirken kadın hep erkek üzerinden tanımlanıyor. Sanki kadının varoluş sebebi, erkeğin varlığına bağlanıyor. Tıpkı Adem ve kaburgası olmasaydı, kadının da olmayacağı inancı gibi. Ve tıpkı, seküler dünyada genç kadının cinsellikle, yaşını almış kadının annelikle birlikte kurgulanması gibi. İdeal kadın imajı hep erkekler tarafından belirleniyor ve kadınlarla birlikte üretilmeye devam ediliyor.
Ön Plana Çıkarılmış Kadınlık
Toplumsal cinsiyet rollerindeki adaletsizlik, kadın erkek arasındaki eşitsizliğin kurumsallaşması, sistematik hale gelmesi ‘erkek iktidar sistemi’nin bir ürünü ve oldukça siyasi. Seküler-pozitivist Freud’un fallik kuramındaki kadın-erkek hiyerarşisi ne kadar eşitsizse, dini söylemlerdeki kadın-erkek ilişkisi de o denli eşitsiz. Aradaki fark, biri dayattığı hiyerarşiyi kutsala dayandırıyor. Güçlü dini söylemlerle sürdürülebilirliğini garantiliyor.
Connell, kadınların küresel düzeyde erkeklerin istek ve beklentilerine tabi olmasını açıklarken ön plana çıkarılmış kadın kavramını kullanıyor. Buna göre her durumda kadınlığın inşasında belirgin bir erkek egemenliği var. Yaratılan (seküler/dini) mitler, dinsel anlatılar ve kitle iletişim araçları ile pekiştirilen toplumsal cinsiyet söylemi kadını uysallaştıran, itaat eden, boyun eğen, edilgen bir varoluşa hapsediyor.
Hilafet isteyen ya da İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan kadınlarla, kendilerine mükemmel kadın imajı dayatan bir kültür endüstrisine tabi kadınların ataerkiyi yeniden üretmeye katkı sunma açısından pek de farkı yok aslında. Her durumda kadın, erkek bir gözün kendine dayattığı, özendirdiği kadınlık biçimini benimsiyor. Her şeye rağmen ataerki hala pek çok kadın için bir konfor alanı olmaya devam ediyor. Kadınların ataerkiyle mücadelesinde ihtiyaç duyduğumuz şey, ataerkiyi destekleyen erkeklere karşı güç mücadelesinden öte; bu sistemi yeniden üretmeye devam eden kadınlarda feminist bilinç oluşturma gayreti gibi görünüyor.
Görsel: The Guardian