Karakter Aşınması ve Topyekun Hiçlik
Kırmızının sarıya döndüğü ilk saniyede, ışıklarda bekleyen araçlardan onlarca korna sesi yükseliyor. Kaldırımlarda birbirine çarpa çarpa ilerleyen insanlar tüm benliklerini kaplayan telaşları dışında hiçbir şey göremiyor. ‘İnan hiç vaktim yok’ la başlıyor ve bitiyor olası sohbetler, yüzler tekrar telefon ekranına kilitleniyor. Herkesin ama herkesin yapacak çok mühim işleri olmalı, öyle değil mi? Tek bir an dururlarsa dünyanın da duracağı kadar önemli işleri olmalı. Hayır mı? Peki tek bir saniyenin bile benliklerini ilgilendirmeyen konulara heba edilmemesi gerektiğine inanan bu milyonlarca çok önemli işler müdürü neden böyle hissediyor?
Öyle garip bir çağda yaşıyoruz ki, sosyal bilimciler bu döneme isim dayandıramıyor. Ağ toplumundan yeni kapitalizme, risk toplumundan dijital çağa çeşit çeşit isimler deneniyor. Her biri çok rasyonel, resmin tamamını görmemizde çok etkin ve isabetli isimlendirmeler ve teoriler. Hiçbir teori tek başına anlamlandırmaya yetmiyor bu çağı. Öyle tuhaf paradokslar içindeyiz ki, insan aynı anda kendisini çok önemli ve de çok değersiz hissedebiliyor. Bir gün, o olmazsa hiçbir işin yürümeyeceğini düşünüyor, bir diğer günse kapladığı alandan o kadar da emin olamıyor. Geleceğini hiç öngöremiyor. Sürekli bir değişim ve bir hareket halinde olması gerektiğine yürekten inanıyor, ama içinde bir yerlerde aslında hiç mesafe kat etmediğini hissediyor. Hem çok seviyor plaza İngilizcesini ve tabii ki kentli hayatının onu farklı ve üstün bir tür yaptığına inanıyor, bir yandan da kırsalı aşağılamanın bir yolunu buluyor; hem de her fırsatta şımarıkça tüm bu keşmekeşten çok sıkıldığını vızıldayıp pastoral detaylarla süslediği köy hayatı hayalini dillendiriyor.
Topyekun Çaresizlik, Topyekun Aşınma
Yepyeni modernizmin bize sunduğu rutinler bizi çok özel hissettirirken canımıza da okuyor. Hep bir tükenmişlik hissiyle sarmaş dolaşız. Garip bir huzursuzluk dolu içimiz. Çokça da kaygıyla. Günlük kaygı katsayımızı artıran kısa vadeli, daha gözlemlenebilir krizler yaşadığımızda bir parça da farkındalık yardımıyla bu durumun çok da normal bir yaşam şekli olmadığını kavrayıp kaçış planları yapıyor bazılarımız. İçinden geçtiğimiz dönemde bu sıkışmışlık hali daha bir vurgulu, benlikleri daha bir sarsıcı türden. Küresel ölçekte yaşanan ekonomik daralmanın etkileri küresel salgınla birleşince, halihazırda toplumun yoksul ve çaresiz kesiminin yaşadığı kaygı hali artık orta sınıf çalışanlara da yansımış durumda, hem de belirgin şekilde. Esasen, bu topyekun çaresizlik halinin sebebi ekonomik daralma değil sadece, kökenleri çok daha önceye dayanıyor ve sistemsel bir sorunun yansımaları olarak her geçen gün giderek büyüyor.
1970lerin sonuna doğru İngiltere ve ABD’den yayılan ve kısa sürede tüm dünyayı etkisi altına alan neoliberal dalga, bilindiği üzere özelleştirme, sosyal devletin küçülmesi, ekonomide kuralsızlık ilkeleriyle kapitalizme daha saldırgan ve daha eşitsiz bir boyut kazandırmıştı. Bu özelliklere eklenen süper hızlı teknolojik gelişmeler ve küreselleşme ile yeni bir kapitalizm, dünyanın her yerinde hemen hemen eş zamanlı gösterime girmişti.
Devlet güvencelerinin kalktığı, performansa dayalı ücret anlayışının savunulduğu, rutin bant işçiliği yerine insanların ‘yaratıcılıkları’nı kullanabilecekleri esnek çalışma koşullarının desteklendiği, bireylerin ‘eğer yeterince iyilerse’ sınıf atlamalarının kolaylaştığı yeni bir dönemdi bu. İşin ekonomi politik kısmını detaylandırmayı başka bir makro bakışa bırakıp, bu ‘dahiyane’ sistemin mikro ölçekte, bireye olan etkileri hakkında konuşalım.
Karakter Aşınması
Karakter Aşınması kitabında Richard Sennett, günümüz insanının Taylorist dönemin bant işçiliği yıllarındaki rutinin bireye verdiği yabancılaşmadan bile daha çok zarar verdiğini anlatır. Sennett’in çalışması, küreselleşme ve baş döndürücü hızla ilerleyen teknolojiyle kol kola giren neoliberalizmin sistemsel hasarlarını öne çıkaran makro çalışmaların bolluğunda, mikro ölçekle bakışını bireye ve bu sistemden gördüğü hasara çevirmesi açısından oldukça değerli.
Sennett, küreselleşmeyle kronik hale gelen yeni ekonomik düzenin insanların karakterlerine büyük bir güvensizlik ve kayıtsızlık hali getirdiğini söyler. Ne kadar çabalarsa çabalasın, hızlı değişimi yakalayamayacak olmanın verdiği kaygı, geleceğe dair öngörüsüzlüğün getirdiği güvensizlik hali ve özel hayatın kamusal hayattan fazlasıyla ayrışıp insanların sadece kendi kabuklarına çekildiği ve ötekini ve dolayısıyla içinde yaşadığı dünyayı asla önemsemediği bir kayıtsızlık hali. İşte müthiş isimlendirmesiyle karakter aşınması.
19.yüzyıl endüstri teknolojisi şartlarında ürettiği metaya yabancılaşan bireyin kendine de yabancılaştığına dikkat çeken Marx, bugünkü çalışma koşullarının birey üzerindeki aşındırıcı etkisine nasıl bir anlam verirdi acaba? Her gün yeni bir şey ortaya koymak zorunda kalan, çoğunlukla elle tutulur bir ürün üretemeyen, saatler harcanan projelerin kısa zamanda yenileriyle değiştirilmek üzere çöpe gittiği bir üretim tarzının insan varoluşuyla uyumlu olup olmadığı, bireylerin ve toplumun psikolojisine bakılarak kolayca gözlemlenebilir.
Değişmezsen Ölürsün, Kahrolsun İstikrar ve Tecrübeliler Giremez
İçinde yaşadıkça vaka-i adiden saydığımız bu sistem bize oyunun kurallarını baştan bildiriyor. Ne kadar yırtıcı olursan o kadar başarılı olursun. Başkası kazanıyorsa sen kaybediyorsundur. Her yeni gün, işinle ilgili öğrenmen gereken yeni şeyler var. Asla tam manasıyla yeterli değilsin ve ne kadar çaba harcasan da, olamazsın. Her gün kendini yeniden kanıtlamak zorundasın.
Değişmezsen ölürsün sloganıyla bayrak sallayanlar bir zamanların göz alıcı lineer kariyer planını, ana ayak uyduramayan bir zavallılık sayıyor. Artık kimse, işe başladığı kurumda devam etmek istemiyor. Oradan emekli olmayı aklının ucundan bile geçirmiyor. Hep yeni fırsatlar kovalanıyor. Aslında bu koşullarda, insanın çok elzem bir ihtiyacı olan aidiyet hissinin oluşmasına da izin verilmiyor.
Toplumsal hayatı kolaylaştıran, insanlara anlam katan iki şey hiç sevilmiyor: İstikrar ve tecrübe. İstikrar değişim karşıtlığı olarak kodlanıyor. Değişime ayak uydurmak içinse günlük kurnaz manevralar gerekiyor. Haliyle bu sadece iş hayatına değil, gündelik kararlardan sosyopolitik yapıya kadar her şeyi etkileyip buradan da bireyin psikolojisine yeniden ulaşıyor. Nereye olduğu önemli değil, ama illaki bir yerlere telaş içinde koşuşturmak, durmadan hareket halinde olmak gerekiyor.
Diğer yandan tecrübe ve deneyim, çalışanların idaresini zorlaştırıyor. Deneyimlerinden yola çıkarak soru soran ve olası yanlış adımlara karşı uyaranlar sevimsiz görülüyor. Tecrübe biraz da yaş demek. Bu sebeple, daha öncesinde en verimli yaşlar olarak kabul edilen 40lı yaşlar ve hemen sonrası artık miadını doldurmuş kabul edilip bir kenara atılıyor. Görsel medyanın da 3G’sinin başında gelen gençlik ise, sistemin kanını emip sonra da posasını tüküreceği, bu süre zarfında ise öne çıkarılıp pohpohlanan en makbul özellik addediliyor. Medya, sosyal medya ya da gösteri dünyasının bir yanıp bir sönmeye ayarlanmış kurallarının hayatın her alanına sirayet etmesini kanıksamış durumdayız. Hemen tüketip hemen sıkılıyoruz ve sonra hep bir yenisi daha.
Başarı Odaklı Sistemin Başarısızlığı
Başarı odağında kurgulanan hayatlarda neyin gerçekten bir başarı olduğunu bile ayırt edemez durumdayız. Tam olarak neyi başarmanın gerektiğini daha anlamlandıramadan değişen başarı çıtaları, bireyi acı verici bir yetersizliğe hapsediyor. Sistem bir yandan bireye ancak başardığı takdirde var olduğunu söylerken, bir yandan da başarılarının kalıcılığına izin vermiyor. Bireyi bir parlatıp bir söndürüyor. Hep yeniden varoluşunu kanıtlamak zorunda kalan birey, özel alanına hapsolduğu bir kaygı haline bürünüyor. Varlığını, benliğinin altını nobranca çizerek, ötekini yok sayarak duyurmaya çalışıyor.
Her şey olmayı hedeflerken sistem tarafından hiç sayılma ihtimali, bireyin içinde yaşadığı toplum ve doğayla uyumunu bozuyor. Egosuna artı değer katan her şeye bu denli odaklanan birey, çevresine duyarsızlaşıyor. Güvensiz duruşunu başkalarına da yansıtıyor. Öteki onun için nasıl tekinsizse, o da öteki için tekinsiz hale geliyor. İnsan ilişkilerinin doğası gereği kendiliğinden beliren karşılıklı bağımlılık giderek yok oluyor, ya da yokmuş gibi davranılıyor. Karakter aşınması topyekun bir aşınmaya dönüşüyor. Böylece ne salt bireyin mutlu olduğu, ne de salt toplumun uyum içinde olduğu bir yapı beliriyor. Çirkin, anlamsız, mutsuz bir yapı bu ortaya çıkan. İşte belki bu yüzden mevcut sistemin sürdürülebilirliğinin yanı sıra meşruiyeti de sürekli tartışılıyor.