kendini feda şeması
PSİŞİK HALLER

Kendini Feda Şeması

Kendini feda etmek ya da kendinden vazgeçmek deyimini ilk duyduğunuzda aklınıza ne geliyor bilmek isterdim. Malum, dil kültürün bir yansımasıdır. Her ne kadar bugün, giderek bencilleşen dünyamızda eskiden olduğu gibi yüceltilmiyor olsa da, feda ve fedakarlık kavramı toplumun o derin genetik mirası sayesinde işlevselliğini sürdürüyor. Kişinin çıkarlarından bir amaç uğruna vazgeçmesine fedakarlık diyoruz. Toplumsal fayda ve insan ilişkileri açısından fedakarlığın yararlı ve önemli bir erdem olduğu muhakkak. Kendinden vazgeçmek ise, fedakarlık erdeminin biraz zorlama bir yorumu. Bir nevi aşırı fedakarlık hali. Toplumsal ilişkilerde kendinden vazgeçmek pahasına başkalarının mutluluğunu ve rahatını öncelemesi durumu olarak karşımıza çıkıyor.

Kendini fedanın çeşitli türevleri var. Çocukları için kendinden vazgeçen anneler, kocası için saçını süpürge eden kadınlar, iş yeri için (kariyeri için) yaşamayı erteleyenler, vatan toprağı için canını feda etmeye hazır olduğunu söyleyen milyonlarca sosyal medya üstadı.. Hepsi, kendinden vazgeçmeyi, gerekirse kendini feda etmeyi yüce bir değer olarak kodluyor zihin dünyasında.

Aşırı Erdemleştirilen Kendini Feda

Fedakarlıktan aşırı/artırılmış bir fedakarlığa dönüşen ‘bu aşırı erdemleştirme’ halinin arkasında yatan sebepleri irdelemek istiyorum. Fedakar insanlar gerçekten yüce bir maneviyatla mı fedakarlık yapıyor, kendinden vazgeçecek noktaya geliyor? Bu fedakarlığın arkasında rasyonel insanın kaba tabirle bir çıkarı olması mümkün mü? Duygu dünyamızdaki zaafları allayıp pullayarak bir çeşit üstünlük kurabilmek için, sorunlarla başa çıkabilmek için, kimi zaman kendi sorumluluğumuzdan kaçmak için fedakarlık moduna geçiyor ve kimilerimiz bunu yaşam biçimi haline getiriyor olabilir mi?

Bu konu için çıkış noktam ise bizzat benim. Çuvaldızı önce kendime batırdığım bir konu bu. Sözüm ona saçını süpürge edip başkası uğruna hayatını bilinçli bir şekilde heba eden kadınlara karşı feminist bir söylemle ahkam kesen, her bireyin sorumluluğunu alması gerektiğini iddia ederek yaşayan biri olarak geçmişime dönüp baktığımda, düşün dünyam ve duygusal reaksiyonlarım arasında öyle çok çelişkiler buluyorum ki. ‘İnsanlar kötü tatlım, çok kötü, sen bunların hiçbirini hak etmedin’ ya da çok vericisin sen, çok iyi niyetlisin’ tesellilerinin ötesinde bir şey istiyor insan. Neden aynı tip insanları çektiğini bilmek istiyor ve neden hep çok yorulan taraf olduğunu. Ve alış-veriş dengesinde hep kazançlı tarafın karşıdaki olduğunu görüyor nihayetinde. En çok kendisine kızıyor.

Bir Instagram Hikayesi

Yıllar önce instagramda bir hesabım vardı. Fotoğrafçılığa ve yolculuğa meraklı biri olarak çektiğim fotoğrafları yayınladığım.. Kısa zamanda on bine yakın takipçi kitlem olmuştu. O dönem henüz yeni sayılabilecek erkek arkadaşım, gecenin bir vakti aradı. Sesi ağlamaklı. Daha önce de krizlerine şahit olmuştum kafamı karıştıran ama bu sefer durum daha ciddi görünüyordu. Sorunun sebebini zar zor öğrenebildim, astım hastası gibi güçlükle aldığı nefesiyle dökülen kelimelerinden. İnstagramda en son postumun altına -bir doğa fotoğrafı- bir ‘erkek’ takipçi beğeni ve zafer işareti yapmış. Bu beğeni ve zafer işaretinin bana maliyeti ise; öncelikle ulaşabildiğim en kısa zamanda Ankara’dan İstanbul’a gidip krizler geçiren sevdiceğimi sakinleştirmek için gece yarısı yollara düşmek, normal şartlar altında girmem mümkün dahi olmayan tartışmalara girmek,  alttan alıp teselli etmek ve en nihayetinde binlerce takipçili instagram hesabımı kapatmak olmuştu.  Peki ben ne için bunca zahmete katlanıp üstüne üstlük sınırlarımın ihlaline bu denli izin vermiştim, neden kendimi feda etmiştim?

Bir başkası anlattığında ‘aman sen naptın, kaç kaç, hiç bulaşma’ dediğim ve demeye devam edeceğim bu saçma ilişkiyi o dönem bir doktora öğrencisi ve iyi bir kurumda iyi bir kariyere sahip, okuyan yazan, feminist aktivitelere katılan biri olarak bizzat bir süre daha yaşadım. Yapmam gereken şeyin hemen o saniye görüşmeyi kesmek olduğunu bile bile, o çaresizlik ve ağlamalar karşısında ‘vicdan’ yaparak bir süre daha ilişkiyi sürdürdüm. Ta ki olup bitenlerin dengemi bozduğuna iyice kanaat getirene kadar. Sonrasında ‘vicdan’ı filan hep bir kenara bırakıp takınabileceğim olanca zorbalıkla bu ağlak beyfendiden ayrıldım. “Ağlak” lafı o dönemdeki zorba halimden kalma. Şimdi bu instagram hikayesi ve türevleri dışında bende bir iz bırakmayan bu zat neden hayatıma girmişti? Uzun zaman bu kısa süreli ilişkinin utancını neden yaşamıştım? Yaşadığım durumun utancı ona yönelttiğim kızgınlığım oldu, sonra o kızgınlık ve öfke hali uzun süre kendime odaklandı. Bu yarı zorba yarı kurban halinde salındığım süre içinde hatamdan çıkartmam gereken dersi bir türlü alamadım.

Neymiş bu maske?-Kendini Feda Şeması

Neden o çokbilmiş yanını kendi hayatına uygulayamıyorsun? O çok değer verdiğin rasyonel insan olma halini neden her türden ikili ilişkilerinde yaydığın ve büründüğün bir enerjiyle dönüştürüyorsun? Neden yaptığın hatalara, sınırlarının ihlal edilişine, bir anlamda yok sayılışına bir sürü ulvi gerekçen var? İyi insan olma maskaralığının altındaki gerçek sebeplerle yüzleşebilmem çok acı verici, bir o kadar da olgunlaştırıcı oldu. Bu yüzleşmeyi yapana kadar başkaları yardım istemeden yardım etmeyi, sevip değer verdiğim insanların sınırlarımı ihlal etmesine izin vermeyi, yetemediğimi düşündüğümde ağır şekilde suçlu hissetmeyi ve almadan verici olmayı sürdürdüm. Yaşadığım ruhsal girdabın altında yatan sebepleri ve bu gerçekleri örterek kendime zarar verdiğim maskenin farkına varıncaya kadar.

Öncelikle şemalardan bahsetmeli. Hepimiz hayata belirli şemalarla, yani kalıplarla bakıyoruz. Mizacımızla ve ağırlıklı olarak çocukluğumuzla elimize tutuşturuluveren duygusal gözlüklerimiz bunlar. Düşünce, duygu, davranış ve ilişki kurma biçimlerimizi hep bu şemalar etkiliyor. Şema terapinin kurucularından Jeffrey Young’ın Hayatı Yeniden Keşfedin adlı kitabında (kitapta temel uyum bozucu şemaların tamamından bahsediliyor)kendini feda şeması, “başkalarının acısını hissedip onları dindirmek istemek” şeklinde tanımlanıyor. Bir bakıma başkalarının duygularından sorumlu hissetmek. Bu durumda, kişi aldığından çok verdiği için hayatı dengede olmuyor. Bir acıyı dindirmek isteyip bunu yapamadığı takdirde yoğun bir başarısızlık ve suçluluk haline bürünüyor.

Kendini Feda ve Kurtarıcılık

Buradan Kurban Üçgenine geçelim. Kurtarıcı rolünü benimsemiş bu ‘çok fedakar kişi’ empatikliğinden ve vericiliğinden yorulduğu anda öfke patlamaları yaşıyor ya da pasif agresyon gösteriyor. Ya da kurban rolüne bürünüp yaşadıklarından şikayet etmeye başlıyor. ‘Bak ben hep verdim, hep fedakarlık yaptım’ diyerek başkalarını suçlaması, insanın ‘bilinçli’ yaptığı tercihlerin sorumluluğunu almaması anlamına geliyor. Sınır ihlalini hissettikçe öfkelenen fedacı, kurtarıcıdan zorbaya dönüşüyor. Ya da kendine acıyarak durumu kabulleniyor ve kurban rolüne geçiyor.

Kendini feda şeması, boyun eğicilik şeması ile yakından ilişkili. Kişi çok asi görünerek de boyun eğici olabilir (benim bir zamanlar olduğum gibi). Şema kimyası denen bir şeyin varlığını tekrarlanan ilişki döngülerinde görmek mümkün. Uyumsuz şemaların aktif olduğu kişiler mutlaka, uyumsuz şemasını daha da aktive edecek insanları çekiyor hayatına. Böylece ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ durumu ortaya çıkıyor. Kaçındığı durumun içine çekiliyor böylece insan, ya da hep böyle şeyler beni bulur dediğinde gerçekten öyle şeyler onu buluyor.

Aynı, “Kurban Oyunu”ndaki oyuncuların birbirinin hayatlarına kolayca çekildiği gibi, dışarıdan hiçbir uyum görünmeyen iki insan, bilinçdışında yer etmiş şema kimyasına göre oldukça uyumlu hale gelip birbirinin hayatına çekiliyor. Bu kimyadan çıktığımızda, ‘ben nasıl böyle bir hata yaptım’ diye kendimize kızmalarımız hep bu yüzden. Şema iksiri olmaksızın sizin için bir değeri olmayan kişilerin hayatınızın merkezine girivermesinin arkasında bu neden yatıyor.

Kendini Feda Şemasının Temelleri

İşte işin can alıcı kısmı. Yüzleşmekte en çok zorlandığımız yer de burası. Duygu dünyamızdaki zaafların allanıp pullanması, aşırı erdemlileştirilmesi hali olarak bahsettiğim şey; bir süre insanı rahatlatıyor, kendini iyi hissettiriyor. Ben elimden geleni yaptım, iyi olmayı tercih ettim diyoruz. Kimimiz etraftan gelen desteklerle sakinleşiyor, kimimiz intikam almaya çalışıyor, kimimiz bu işin bir de öbür dünyası var diyor. Kimimiz ise napayım ben böyleyim, oluşum bu diyerek kabulleniyor. Ancak her durumda  aynı kısır döngü deneyimlenmeye devam ediyor.

Kendini feda şeması aktif olanların; aydınlanma sürecine başlamaları için, sorunun temelinde yatan değersizlik duygusu ve kabul görmeme alt yapılarıyla yüzleşmeleri şart. Bu Cem Yılmaz’ın asırlık ‘fıtık’ esprisine benziyor. Evet hiç entelektüel bir ‘hastalık’ değil. Hayatın ‘değer’ üzerinden kurgulandığı dünyada değersiz hissettiğini kabullenmek acı verici. Bir kenara çekilmek de aşırı telafiyle değerini kanıtlamaya çalışmak da acıyı dindirmiyor.

Dünya siyaseti üzerine tezler hazırlamış, toplumsal cinsiyetçiliği kınayan konferanslar vermiş, iyi kazanan bir beyaz yakalı, etrafınızdaki herkese akıl hocalığı yapan bir entelektüel olabilirsiniz. Ama içinizdeki duygusal yoksunlukla yüzleşmeden, yoğun değersizlik duygusunu fark etmeden, alttan alta yatan kabul görmeme hissini aşmadığınız sürece, hayatta kendinizi kurtarıcı-kurban-zorba rollerinde dans ederken bulmaya devam edeceksiniz.

Fedakarlıklarınızı düşünmek -artık size manevi bir güç vermediğinde-, psikolojik rahatlama yerine depresyon getirecek. Kendinize yönelttiğiniz öfke ağır gelip bir kısmını başkalarına yönelttiğinizde zorbalaşacak, sonra bundan suçluluk duyacak, sonra da bu tavrınıza alışkın olmayanların kınamalarıyla yine kurban rolüne bürüneceksiniz. Bahaneler hayatı ıskalamamıza neden olacak.

Kendini Feda- Bencillik İlişkisi

Aşırı vericiler ve sürekli fedakarlık yapanlarla, kendinden başkasını düşünmeyenler arasında bir bağlantı olması ilk başta kulağa garip gelebilir. Ama bana kalırsa temel olarak iki yönden keskin bir bağ var bu iki zıt grup arasında. Öncelikle kendinden vazgeçecek derecede başkasını önemseyenler, ‘başkalarının’ bencilliğini pekiştiriyor. Her işin her yükün üstüne atlayıp benimseyenler, bencilliğe meyilli olanlara yapılacak bir iş bırakmıyorlar. Yükü taşıyan bu fedakar takım olduğu sürece, sorumluluklar eşit dağıtılmadığı sürece, sorumsuz ve bencil kişilerin sayısı doğal bir denge gereği artıyor.

Bu durum için aklıma ilk gelen örnek, çocuklarının her işini yapıveren fedakar anneler. Çocuğun sorumluluğunu almasına izin vermeden onun yerine oda toplamaktan tutun da ödevlerine varıncaya kadar o küçük bireyin sınırlarına ait her şeyi üstlenen annelerin, çocuklarına iyilikten ziyade kötülük yaptıkları kanaatindeyim. Bu kendini feda şemasındaki anne, çocuğu iyi ve rahat olsun diye yaptıklarıyla hem onun sınırlarını ihlal etmiş, hem de onu şımartarak özgeciliğinin gelişmesini engellemiş oluyor.

Aşırı fedakarlık ya da artırılmış fedakarlık ve bencillik arasındaki ilişkinin ikinci boyutu ise, kendini feda ettiğini düşünenlerin bizzat kendilerine ilişkin. Bu şemadakiler, farkında olsun ya da olmasınlar, fedakarlık yaparak değer kazanmaya, egolarını tatmin etmeye, ulvi değerler üzerinden pirim yapmaya çalışıyorlar. Onlar olmasa kimse kendi başının çaresine bakamayacakmış, ellerini atmadıkları iş felaket olacakmış gibi hissederek yaşamak, manevi yücelikten ziyade kibre daha yakın bir tatta kanımca. Diğer yandan, ‘aşırı fedakarların’ başkalarının sorumluluğunu alıp başkalarının acılarını dindirmeye çalışarak kendini bir kenara bırakma hali, temelde bir çeşit sorumluluktan kaçıştır. Kendi sorumluluklarından..

Ve Sınırlar : Bireysel Sınırların Akışkanlığının Topluma Yansıması

Sınırlar, kendi kişisel alanımız ve duygularımızdan oluşur. Hak ve sorumluluğu bize aittir. Kendi duygusal dünyamıza bir başkasının müdahalesine izin vermek de bir başkasının duygularından sorumlu hissetmek de aynı derecede sınır ihlalidir. Rol ve sorumlulukların iç içe geçmesi, bu anlamda bir imece usulünün yaşanması, belirsiz sınırları ve onun ardından da sınırların yok oluşunu getiriyor. Bu da insanın varoluşunu bir başkası üzerinden tanımlamasına ve nihayetinde bireysel amacıyla birlikte benliğinin de belirsizleşmesine neden oluyor.

Hak ve ihtiyaçların olduğu kadar bireysel sınır ve sorumlulukların da farkında olunduğu bir toplumun daha işlevsel olduğu yadsınamaz. Öte yandan, sınırların iç içe geçtiği geleneksel kodlarla rollerin gelişigüzel paylaşıldığı bir aile prototipinde yetişmek,  insanların kendi sorumluluğunu almak yerine topu hep başkalarına atması ya da üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokması sonucunu doğuruyor.

Sınırlar olmadığında kolektif bir dizgede rüzgar nereden eserse o yöne savrulmak içten bile değil. Toplumsal çaresizlik hissimizin temelinde de sınırların belirsizliği yatıyor kanımca. Sorumluluğumuzun nerede başlayıp nerede bittiğini bilememe hali, bireyin kendini gerçekleştirmesini engellediği kadar toplumun da ilerlemesini engelliyor.

Kendini feda şeması üzerinden tekrar özelleştirirsek; fedakarlık-bencillik sarkacının insan ilişkilerine zarar vererek bir kurtarıcı-kurban-zorba döngüsünü pekiştirdiğini söylemek mümkün. Geleneksel kodlarımızda kendini düşünüp öncelemenin bencillik olduğu yanılgısını ve birey olmanın çok yanlış anlaşıldığını hesaba kattığımızda, toplumdaki kendini feda şemasının yoğunluğunu hesaplayabiliriz. Diğer yandan toplumdaki genel huzursuzluk halinin, bencilliğin, başkaları yokmuş gibi davranmanın yaygınlaştığını da dikkate alırsak, bu aşırı fedakarlık halinin sanıldığının aksine toplumun bir harcı olmasından çok, toplum için zararlı bir virüs olduğunu söylemek bile mümkün.

7 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir