kimlikler- ait olmak
DEVEKUŞU TERBİYECİSİ

Kimlikler Üzerinden Gerçeğin Ölümü

“Savaş meydanı kimliğin öz yurdudur. Kimlik; ancak bir savaş kargaşasında doğar, silah sesleri kesilir kesilmez de uykuya dalar.” Z.Bauman

George Orwell’ın 1984’ünde vatandaşların her sabah katılmak zorunda oldukları nefret seansını hatırladınız mı? Katılımcıların coşkulu söylem ve hareketlerinin odağında nefretin dışa vurumu vardır. Amaçsa iki yönlüdür: Hem düşmana duyulan nefret üzerinden motive olmak, hem de bu nefretin pekiştirdiği korkuyla Büyük Birader’e daha fazla bağlanmak, bir bakıma her ferdin kimliğini bu düzlemde oluşturmak.

Kimlik ihtiyacı, insanın yalnız kalma korkusundan ve bağlanma- ait olma ihtiyacından ileri gelir. Ancak kişilerin kendini bir etiket ya da sentetik bir kimlik dışında başka bir şeyle tanımlayamaz hale gelmesi, ciddi bir benlik sorununa yol açtığı kadar, toplumun huzuru ve geleceği açısından da tehdit oluşturur.

Farklı Olmaktan Korkmanın Yarattığı Kısır Döngü

İnsanın yalnız kalma, terk edilme, reddedilme ya da dışlanma korkuları var. Bu bağlamda bireyin kendini güvende hissetme ihtiyacı yadsınamaz elbette. Bu psikolojik varsayımın topluma yansıması; tarih boyunca kurulan bir klana, kabileye, bir derebeyine, bir guruya, dini ya da siyasi lidere, özetle bir otoriteye bağlı toplumsal gruplarla gözler önüne seriliyor. Bireyselleştikçe yalnızlaştığını fark eden insan, kendi kararlarını verme ya da seçme hakkını da bağlanmaktan haz alır hale geldiği otoritelere devrediyor.

Bağlanmayı daha ileri taşıdığımızda bireyin kaygılı iç dünyasıyla karşılaşıyoruz. Altta yatan duygu biraz kendini sevmeme hali, çokça güçsüzlük ve yetersizlik hissi. Bireyselliğin başına buyrukluk olarak kodlandığı toplum yapıları; yetkinlik, farkındalık ve sorumluluk bilinci temeline dayanan birey kavramını görmezden gelmemize neden oluyor. Toplumumuzda hala tanışma anına eşlik eden ilk sorular arasında yer alıyor ‘nerelisin’ sorusu. Kişiye yüklenecek anlam ve değer ya ait olduğu kabile ya da inanç sistemi üzerinden şekilleniyor.

Birey olarak var olabilmek, kişinin kendisi olabilmesinden doğuyor. Kendisini, etkilemesi mümkün dahi olmayan aidiyetler üzerinden tanımlamak, bireye yalnızlaşma korkusunun bedelini robotlaşmak olarak ödetiyor. Oysa birey olabilmek, yoğun bir seçim gücü ve seçimlerin sorumluluğunu almayı gerektirir. Kabaca bu sorumluluğu başından atmak için ait olma ihtiyacı çarpıtılıyor, bolca korku tadı eklenerek abartılıyor. Böylece insan, aktif olarak var olabileceği toplumsal alanlardan soyutlanmış oluyor. Birey ait olma duygusuyla başladığı bu hali giderek taabi olmaya- itaat etmeye taşıdıkça, kendini etkileyecek tüm alanlardan gerçek anlamda dışlanmış oluyor. Dışlanma ve terk edilme, sahip olduklarından mahrum bırakılma korkusuyla birey bu kez kendine biçilen kimliklere daha da sıkı sarılmaya başlıyor. Bu güçlü bağ ise onu daha da silikleştiriyor. Kısır döngü her seferinde şiddetini artırarak devam ediyor.

Çatışmalardan beslenen sentetik kimlikler ve gerçekliğin ölümü

Bauman’ın belirttiği gibi, kimlik duygusu savaş alanlarından doğuyor ve buralarda güçleniyor. Birey, ait olma ihtiyacının altında yatan güven duygusu arayışıyla bu alanda da döngüsel bir girdaba sürükleniyor. Düşmansı dünya ve yoğun tehdit algısının etkisiyle kendi var oluşundan vazgeçiyor, vazgeçmek zorunda hissediyor. Kendisini artık grup kimliğiyle tanımlayan insan, sentetik kimliğini güçlendirmek için nefret seanslarına sarılıyor. Oysa bu kimlikler artık bireyin kontrolünden çıkmış, bireyin etkileme imkanının bulunmadığı oluşumlar haline gelmiş durumda. Ona düşen sadece taraf olmak, birinin peşinden ölesiye gitmek.

Rasyonel olmayı faydacılıkla karıştıran insan, kısa süreli fayda sağlamayı umduğu her yapının önde gelen savaşçısı haline geliyor. Savaşta askerlerin sorgulamadan emre itaat ettiği gibi, oluşturulan bu savaş ortamında kimliklerine sıkı sıkıya bağlanan kişilerin görevi artık ne ve neden diye sormadan saflarını sıklaştırmak ve alabildiğince nefret seansı düzenlemek. Tüm bunların bir sonucu olarak, ortak faydayı gözettiğinde akılcı olması beklenen bireylerin, birey olamama halinden dolayı gerçekliklerden uzaklaştığını görüyoruz.

Çatışma halinden beslenen, kendisini ötekiyle çatışma üzerinden tanımlayan kimliklerin mensupları; çatışmanın dozu yeterli gelmediğinde bu kez ‘öteki’ne değil de en çok bu aşırılıklara dahil olmayan, sentetik kimlikleri benimsemeyen, bir anlamda taraf olmayı reddedenlere saldırıyor.  Akılcı bir perspektiften bakıldığında herkesin ortak iyi ve fayda için benzer tepkiler vermesi beklenen durumlarda bile kişilerin verdiği tepkiler zıt kutuplara ayrılıyor. Her olayın ardından toplum illaki ikiye bölünüyor. Gerçeklerin öldüğü, gerçekleri dillendirenlerin kimliksizleştirilip yok sayıldığı, düşkün görüldüğü bir savaş halini bu şekilde sürdürüyoruz.

Taraf Olmayan Ne zaman Bertaraf Olur?

Sosyal psikolojinin önemli deneylerinden olan Asch’in çizgiler deneyini her gün deneyimliyoruz aslında. Uzunlukları, gören her göz için birbirinden farklı ve belirgin olan çizgilere bakıp, uzun olan sorulduğunda küçük çocuklar gibi onay arayışıyla gözlerimizi diktiğimiz otorite ve çoğunluk eğer kısa diyorsa biraz olsun duraksamadan kısa diyoruz. Uzun diyenlere nefret kusuyoruz. Hatta linç ediyoruz. Taraf olmayanlar işte böyle bir toplum yapısında bertaraf oluyorlar. Burada taraf olmamaktan kastım, uzun çizginin şeksiz ve şüphesiz uzun olarak tanımlanması.  

Yetişkin özerkliğine erişememiş ve bunun sonucunda bireysel sorumluluğu kabul edememiş toplumlar kolaycılığa kaçıp iradelerini, seçimlerini otoriteye teslim ediyorlar. Bu otoriteler pragmatik anlamda hep en güçlü olan oluyor. Toplumun kültürünün özünü oluşturan öğe, o toplumda en güçlü olan grupların ruhudur diyor Erich Fromm. Öne çıkan gruplar eğitimi, toplumsal yapıları, genel kabulleri etkileyip dönüştürüyor ve her geçen gün uzun çizginin uzun olduğunu ifade edebilmek daha da zorlaşıyor, daha çok cesaret gerektiriyor.

Robot uyumluluğuna karşı at sineği olmak

Bugün toplumumuzun ulaştığı yoğun kutuplaşma halinde, salt fayda beklentisiyle kendisinden beklenen ‘uyum hali’ni yaşamasının hikayesi bu. Eric Fromm bunu Robot Uyumluluğu olarak ifade ediyor. Bireyin kendini ortaya koymak yerine bir otoriteye sorgusuz sualsiz itaat etmesi, önerilen kalıpları eleştirmeden benimsemesi hali olan robot etkinliğiyle sönümlendiriyoruz insanlığa dair ne varsa, ait olma açlığı ile gerçekleri öldürerek.

Yalnızlıktan korkan insanla başlamıştı bu hikaye. Platon’un cesareti temel erdemlerden sayması boşuna değil. Sokrates’in gerçekleri söylediği için rahatsız edici bir at sineğine benzetilmesi de. Öyle ki,gerçekleri görmezden gelmek hatta bir kimlik aidiyeti uğruna çarpıtıp öldürmek yerine onları hala olduğu gibi dillendirebiliyor olabilmek; insanın bağlanma ihtiyacından çok daha temel bir ihtiyacı olan kendi olma, kendini gerçekleştirme ihtiyacına hizmet edecek.  

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir