DEVEKUŞU TERBİYECİSİ

Kötülüğün Sıradanlığı: Havrita ve Üç Yavru Kedi

Geçtiğimiz kış aylarından başlayarak, başıboş köpek saldırısı şikayetleri üzerinden yoğun bir biçimde köpek ve hayvan karşıtı söylem organize oldu sosyal medyada. Şimdilik bu örgütlenmenin geldiği son nokta ‘Havrita’ adıyla açılmış bir uygulama oldu. Her vicdan sahibi duyarlı insanın endişe ettiği üzere, uygulama üzerinden yerleri tespit edilebilen köpeklere yönelik katliamlar arttı. Durum hakkında hayvan hakları üzerinden farkındalık yaratmaya çalışanların çabaları umut verici. Neyse ki bu çabalar sayesinde siteye erişim engeli konuldu. Yine de hak temelli sorunlar devam ediyor ve toplumsal psikoloji açısından Havrita ve ötesinin bize anlattığı oldukça iç karartıcı bir hikaye var.

Havrita ve Ötesi

Toplumsal açıdan büyük sorunların altında ezilen, tüm hayatını çepeçevre kuşatmış somut krizlerin ve umutsuzluğun ortasında kendini derin bir stres bozukluğu içinde bulan insan bir çıkış yolu bulamıyor. Öyle bir noktaya geldik ki, insanca yaşamdan bahsedenlere ‘burası Finlandiya mı yoksa Norveç mi’ sorusunu sarkastik olmak için değil, gerçekten soranlar çoğaldı. İnsanların kendilerinden ve yaşamlarından beklentileri bu denli düşürülmüşken, hayvanların da yaşam hakkının olduğu gerçeğini hatırlattığımızda başka bir dünyadan konuşuyoruz algısı doğuyor. Zira artık neredeyse hiçbir konuda aynı dili konuşamadığımız, temel değerler üzerinde bile uzlaşmayı yitirdiğimiz doğrudur ve bu durum hem bireyin konumlanışıyla hem de bireyüstü toplumsal yapıların etkisiyle kronik bir hal alıyor.

İnsanın üzerinde yer alan toplumsal yapıların varlık sebebi, bir arada yaşamaktan doğan sorunların çözümüdür, fazlası değil. Yüzyıllar önce insanın iradesini bir arada yaşayabilmek için devlet ve kurumlarına teslim ettiği ve karşılığında hak ve sorumluluk satın aldığı toplumsal sözleşme kuramlarından uzun uzun bahsetmeyeceğim. Ancak sistemsel olarak herkesin kendi sorununu çözmek için bir güç arayışına girip tüm toplumu etkileyecek ve hakları hiçe sayacak uygulamalara girişmesinin siyasal literatürdeki karşılığının ‘mafyatik yapılar’ olduğunu hatırlatmak isterim. Bir ülkede hukuk çiğnenmeye başladığında ve hukuku hiçe sayan uygulamalara meşruluk kılıfı kazandırıldığında bunun bir sonu gelmeyeceği ortadadır. Bu bakımdan Havrita üzerinden köpek katliamına başlayanları hayvan hakları ve kötülük problemi üzerinden okumak gerektiği kadar, insanların zihninde kötülüğü meşrulaştıracak bir zeminin ivmelenmesi olarak okumak da gerekir.

Başıboş köpek sorununu sosyal medyaya taşıyanların yazdıklarına baktığımda; gerçekten köpek saldırısına maruz kalmış insanların şikayetleri hariç olmak üzere, psikolojik sorunlarını çözemeyen, toplumsal anlamda varlık gösterememiş, içinde bulunduğumuz bunalımdan beslenen bir ‘hayvan karşıtı’ kültürel alt yapıya sahip insanların çoğunlukta olduğunu gözlemliyorum. Kısırlaştırma çalışması yapmayan belediyeler, doğru dürüst hayvan hakları yasası çıkartmayan yasama sistemi, yasaların uygulanmasında geri duran uygulayıcılar gibi büyük sorunlarımız bir yana, insanların yani sivil toplumun hak temelli tepkilerini dile getirmekten imtina etmesi, kamusal alandaki sorunlara hep kör ve sağır olması geldiğimiz noktada bizi zorlayan etmenler.

Köpeklerin beslenemeyecek kadar üremesini engelleyemeyen yetkili kurumlar, dünyaya gelen ve can taşıyan bu varlıkların yaşam haklarını ellerinden alamazlar. Bunu kurumlar dışında insanlar da keyfi bir şekilde yapamazlar. Çözüm, hayvanlara işkenceli bir ölüm anlamına gelen zehirlemek ve katletmek değildir. Başıboş köpek sorununda, yasalara ve temel haklara uygun olarak hareket etmeyen kurumları suçlamak yerine köpek düşmanlığı yapanlar, hayvan haklarını savunanları ‘itperest’ olarak aşağılıkça nitelendirenler; milyonlarca mültecinin kabulü sonrasında ortaya çıkan toplumsal sorunlardan yetkilileri değil de mültecileri suçlayan ırkçılarla aynı zihin yapısına sahip.

Kötülüğün Sıradanlığı

Havrita üzerinden başlayan tartışmanın gideceği hikaye oldukça iç karartıcı. ‘Saldırgan köpekler insana zarar veriyor öyleyse öldürelim.’ Bu kadar basit mi yaşam dediğimiz? Ve yerlere göklere sığdırılmayan ‘kutsal insan’ bu kadar mı? Seçilmiş olduğuna inandığı için, kendisini yeryüzünün bir parçası değil de efendisi olarak gören insanın yol açtığı yıkım, tüm yaşamını kaplayan bir huzursuzlukla sonuçlanıyor. Ve maalesef bu yıkımdan sadece kendisi değil, tüm varoluş yara alıyor.

Hannah Arendt, Yahudi soykırımı nedeniyle yargılanan Eichmann’ın sıradan bir Alman bürokratı olmasından ve ortak olduğu insanlık dışı suçların büyüklüğünden hareketle yazdığı kitapla birlikte çok önemli bir kavram katmıştır anlam dünyamıza: Kötülüğün Sıradanlığı. Kötülük, sadece canavarca hislere sahip hasta ruhlu insanların meylettiği bir şey değildir. Çünkü sıradan, ortalama insanlar da zarar verme eğilimindedir. Öyle ki kötülük sadece bazı olağanüstü şartlarda değil, sıradan görülen ‘normal’ şartlar altında da hızla yayılır.

Zimbardo, Şeytan Etkisi kitabında ‘İnsanlara sınırsız güç verirseniz, herhangi bir denetim mekanizması da olmazsa bu güç insanı yozlaştırır’ der. Bu yozlaşmada en büyük etken de, insanların kötülüğü kendilerince haklı sebeplere dayandırıp normalleştirebilme yetenekleridir. Ve asıl tehlikeli olan da budur: İnsanın, yaptığı eylemin öteki için doğurduğu sonuçları görmezden gelerek salt kendi yararı için eyleme hali. Bu bencilce dürtünün altında yatan en temel sebebin insan merkezci bir zihin yapısı olduğuna inanıyorum. İnsan başka varlıklara karşı üstünlüğünü savunduğunda kendi türü içinde de üstünlük yaratacak kurgusal kategorilere (ırk, dil, din, cinsiyet, vb.)  kolayca gidebiliyor. Tüm bu kurgusal etiketler ona üstünlük hissinin verdiği meşruiyet duygusuyla yıkımını, kötülüğünü kolaylaştırıcı bir zemin hazırlıyor.

Üç Yavru Kedi

Havrita sonrası işaretlemelerle hız kazanan köpek katliamlarından hemen önce, yağmurlu bir gecede bir poşetin içinde çöp konteynırının yanına bırakılmış üç yavru kediyi bulduğumda aklıma gelen kötülüğün işte bu sıradanlığıydı.

Henüz üç haftalık olan ve annelerinin yanında olması gereken bu yavrular, yağmurun altında iyice ıslanıp su dolan poşette sırılsıklam olmuşlardı. Onların yaşamla ölüm arasındaki zamanlarına şahit olmamın ötesinde beni dehşete düşüren şey, bulunduğum semtte hayvanlara karşı şimdiye kadar herhangi bir vukuat yaşanmamış olmasıydı. Normal şartlarda yıllardır besleme yaptığım, neredeyse civardaki kedileri tek tek tanıdığım nispeten güvenli bir bölge olmasıydı beni üzen. Evlerinin önüne bir kap su koymaya erinseler de, hayvanlara bir zararlarını görmemiştim semt sakinlerinin o ana dek. İşte tam da bu yüzden, yani psikopatça hayvanlara işkence eden,  her gün sosyal medyada rast geldiğimiz ve zarar vermenin dışında hiçbir saik taşımayan eylemlere şahit olmadığım sıradan bir semt olduğu için belki de; bir çöp gibi atılan yavru kediler beni epey sarstı. ‘Olması gereken şeylerin adını iyilik yapmak koymuşlar’ diyor ya Sagopa Kajmer. Tam da bu hisle, evde iki kedim olmasına rağmen sahiplendim bu bebekleri.

Uzun yıllardır iki kedi annesi olmama ve sokak hayvanlarıyla ilgilenmeme rağmen şimdiye kadar hiç bu kadar küçük, çaresiz, sadece beslenirken değil, tuvalet ihtiyaçları için bile yardıma muhtaç kedilere bakmam gerekmemişti. İş başa düşünce insan her şeyi en baştan öğreniyor. Bu yeni başlama hissi, bu tazelik, yavruların günlük değil, saatlik gelişimine şahit olmanın verdiği o duygu tarifsiz. Hayata tutunmaları, her gün yaşam alanlarında yenilikler keşfedip yeni aktiviteler yapabilmeleri, minicik bedenlerinde taşıdıkları canın hakkını vermelerini izlemek insanı büyülüyor. Yine de, bu büyülü anlar bile onların annelerinden kopartılıp bir çöp gibi yağmurlu bir gecede dışarı atılmasını hatırlamama engel olmuyor. İşte bu yüzden, duygusal bir girdaba girmek yerine kötülüğün kolayca meşrulaşması üzerine tekrar düşünmek, üç yavru kedinin hikayesine ajitasyonun ötesinde bakabilmek istedim.

Sokak Hayvanları Vardır

Her gün karşılaştığı sokaktaki hayvanların yaşamları üzerine bir kez olsun durup düşünmemiş, onların canlarının yandığını, acı çektiğini, acıktığını, korktuğunu ve üzüldüğünü bilmeyen, hatta basitçe onları cansız kabul eden bir yığın insan var. Diğer büyük grubu oluşturan pek çok insansa, su kaynaklarının kurumasının ve plansız kentleşmeyle bozulan doğa dengesinin farkında değilmiş gibi onların ihtiyaçlarını kendilerinin karşılayabildiğine inanıyor. Yakıcı sıcaklarda bu hayvanlar nasıl olup da su ihtiyacını karşılıyordur diye bir saniye olsun zihnini yormamış hatta betondan bir dünya yaratanların hayvanların tuvalet ihtiyacı için bir avuç toprak bırakmamış olmasına hayret etmemiş bir yığın insan mevcut.

Hal böyleyken çoğunluk, elbette insanın doğada vahşice yayılmasıyla diğer canlıların yaşam alanlarını istila ettiğini kavramaktan aciz oluyor. Böyle insanların hakça bir çözüm için çabalamaktansa kolaycılığa kaçıp ‘rahatsızlığını’ kendi yöntemleriyle çözmeye çalışması rasyonel temelde şaşırtıcı gelmiyor olabilir. Ancak acı içinde kıvranarak ölmelerine göz yumulan köpeklere, çöp konteynırının yanına atılan yavru kedilere ve çok daha ötesinde yapılan işkencelere ‘oluyor böyle şeyler’ yaklaşımı, bize durup düşünmemiz gereken bir yerde olduğumuzun işaretini veriyor.

Gelinen bu adaletsiz tabloda düşünce haritalarımızı öyle sağlam kurgulamalıyız ki, başka canlılara bakışımız ‘hayvanlara işkence eden insanlara da şiddet uygular’ tarzı bir pragmatizmin ötesinde olmalı.   Her daim insanı merkeze almak yerine başka türlerin yaşam hakkını, varlığını tam anlamıyla kabul etmek üzerine oturtacağımız bir bakış açısının ‘her ne olursa olsun kendinden olmayanı dışlayan’ katı zihinleri iyileştireceğine inanıyorum.   

İnsanın en büyük hastalığı, kendini her şeyin üstüne koymasını sağlayan kibri. Bu kibri pekiştiren sosyolojik yapılara çanak tutması, sonrasında da tuttuğu bu çanakların altında inim inim inlemesi de bu kibrinin cezası olmalı. Havrita ve üç yavru kedinin üzerinden tekrar dikkat çekmek isterim ki, insan evrenin kutsal varlığı falan değil, sadece bir parçası. Her varlık kadar yaşam hakkına sahip. Ancak onu medeniyet kurma konumuna getiren düşünme kabiliyeti, diğer canlıların yaşam alanlarını hunharca yok ederken kendi varlığını ve yaşam alanını da sönümlendirdiğini anlamasına ve bu yıkıcı kibrinin yarattığı huzursuzluk içinde kıvranan aciz bir varlık olduğunun bilincine varmasına yetmiyor.  Vicdanını kaybettiğinde insan, artık insan olmuyor.

Görsel: Zeytin, Tarçın, Gece

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir