öfke dansı
OKU-İZLE,  PSİŞİK HALLER

Öfke Dansı: Öfkenin Cinsiyeti Var mı?

‘Öfkelerini etkin olmayan şekillerde ifade edenler, sonunda öfkelenmeye hiç cesaret edemeyenler kadar acı çekerler,’ diyor Harriet Lerner Öfke Dansı kitabında. Baştan söyleyeyim, Lerner bu kitabı öfkesini ifade etmekten çeşitli sebeplerle vazgeçen kadınlar için yazmış. Ben de kitabın çıkış noktasından hareketle, kadının öfkesini ifade etmesinin önündeki engeller üzerine düşündürmek isterim biraz sizi.

Eril kodlar üzerine inşa edilmiş toplumsal yapılar, sağlıklı bir duygu olan öfkenin sağlıksız davranışlara evrilmesinde her iki cins için oldukça etkin rol oynuyor elbette. Öfke, erkek için kabul edilebilir ve hatta erkeksiliği destekleyen bir duygu olarak görülürken, kadın ve öfke bir bakıma oksimoron kavramlar olarak sunuluyor. Öfke kadına özgülenemiyor. Bu konuda Lerner, kitabın daha ilk sayfalarında kadının öfkeyle başa çıkarken karşılaştığı iki uç duruma, ‘şirret kadın ve iyi kız sendromu’ üzerinden yaptığı ayrımla dikkat çekmeye başlıyor. Yani öfkesini üst perdeden ifade edip ‘dırdırcı, şirret’ damgası yiyenler ya da kabul görmek için öfkesi yokmuş gibi davranmayı öğrenip ‘iyi kız’ olmayı seçenler. Aslında her iki durumda da öfkenin yanlış yönlendirilmesi söz konusu.

Sosyal Öğrenme Olarak Öfkenin Bastırılması

Kadının öfke ile ilişki kurma biçimine etki eden toplumsal tahakküm üzerine düşünürken, aklıma gelen ilk örneği paylaşmak isterim. Aslında ilk anılar çocukluktan gelse de, öfkemi içime gömmeyi ailede edindiğim şemalarla öğrenmiş olsam da, tüm replikleriyle hala capcanlı hatırladığım ilgili anım üniversitenin ilk yıllarından geldi. İçimdeki öfke enerjisinin yıllar boyunca nasıl ‘iyi kız sendromu’na çıpalanıp içimde bir hiddet deposu oluşturduğumu, sosyal öğrenmeler sonucu deneye yanıla nasıl kabuller edindiğimize yalın bir örnek olsun diye anlatıyorum: 

Çoğu ODTÜ’lü gibi 100.Yıl semtindeydi öğrenci evim. 18-19 yaşındayım. Bir kış günü, hava erken kararmış, akşam semt pazarına gidiyorum. Pırasa diye aldığım şeyin eve gidip poşetleri açtığımda taze soğan olduğunu fark edince pazar yerine geri dönüp pazarcıya iade etmek istiyorum. Adam poşeti açıp bana onun taze soğan değil, pırasa olduğunu söylüyor kaba bir dille. Israrcı olunca ‘Odtü’yü kazanmışsın ama pırasayla soğanı ayıramıyorsun’ diyor. Yanındaki pazarcıları çağırıp poşetten çıkan soğanı gösteriyor: ‘Bakın bakalım, bu pırasa mı soğan mı, bu kız buna soğan diyor.’ Eril tahakküm çarçabuk işbirliği kurup eksik egolarını üzerimde tatmin etmek için kusursuz bir işbirliğine girişiyor. Türk filmlerindeki kötü adam kahkahaları eşliğinde taze soğan bu ihahaha diye bağırıyorlar. Halbuki tezgahta hem pırasa hem yeşil soğan var ve o kadar belli ki bana verilenin taze soğan olduğu. Bu gerçek bükücülük karşısında afallayıp poşeti tezgaha atıp uzaklaşmak istiyorum. Öfkemi gösterme gücüm buna yetiyor. Ancak bu isyanı bir kadına yakıştıramayan eril öfke, bana ağzımın payını veriyor. Arkamdan ‘o..u’ diye bağırıyor pazarcı. Hayatımda duyduğum bu ilk ‘o..u’ kelimesini hiç unutmadım yıllardır. Sonrasında özellikle trafikte bolca duydum; en çok da hatalı kullananlara çaldığım kornanın ardından. Bu kelime, bizim ülkemizde hakkını arayan, isyan eden, eril tahakküme türlü biçimlerde direnen kadınlar tarafından pek sık işitilir maalesef.

Öfkenin İnkarı

Öfkesini ifade ettiğinde orantısız bir güçle karşılaşan çoğu kadının benim gibi öfkesini yanlış yönlendirip yıllarca iyi kız sendromunun getirdiği tıkanmıştık içinde yaşadığını düşünüyorum. Çatışmadan kaçınan, uzlaşmacı ve uzlaştırmacı, hakkından vaz geçmek pahasına da olsa kavga yerine ‘huzuru’ tercih eden kadınlarla dolu ülkemiz. Bu davranış biçimi farklı sosyokültürel yaşam alanlarında farklı farklı tezahür etse de, ortak noktamız öfkemizi hasıraltı edip yaşama devam etmek. Bir şeylerden şikayet etmek yerine susmak, yaptırmak için söylemek yerine yapmak, uzlaşmacı ve fedakar olmak, dırdırcı ya da şirret ya da daha üst level kelimeleri duymak yerine nazik olmak, daha ‘steril’ ortamlarda bulunmaya çalışmak.

Yıllar önce o pazar yerinde öfkemin boğazıma düğümlenmesinin analizini çok sonraları yapabildim. Acı bir toplumsal öğrenmeydi bu. Ve fark edene kadar kişiliğime eklemlenmiş ağdalı nezaketi, uzlaşmacı iyimserliği, kadın kimliğime duyduğum çekingenlik hissini, cinsiyetsizleşmemi hiç fark etmedim.

Kurduğum yakın ilişkilerde gereksiz bir olgunluğa sahip olmak zorundaymışım gibiydi hep. İçerlediğim konularda masaya yumruğu vurma hakkı göremedim kendimde, sonradan fark ettim. Sorunlar bazen çatışarak düzelir oysaki. Öfkemi göstermem gereken yerlerde çatışmak yerine baştan iletişimi sonlandırmayı tercih ettiğimi çok sonraları fark ettim. Lerner’a göre öfkeyi inkar etmenin altında yatan nedenler, yıkıcılık korkusu ve ayrılık korkusu. Yıkıcılık, yani kişinin kendi yıkıcı potansiyelinden korkması. Diğerlerini incitmektense öfkeyi içine atmak. Ayrılık korkusu ise, vaz geçilme korkusu. İkili ilişkilerde sınırlarını tam olarak ortaya koymamayı ve buna bağlı olarak, çok sert bir kelime olsa da, benliksizleşmeyi beraberinde getiren bir süreç bu.

Benliksizleşme

İyi kız sendromuyla toplumsal olarak kurulan alt yapı, -yani kaba tabirle ağza çalınan bir parmak bal, ya da ikincil kazanım-sosyal ilişkilerde görünür olduğu kadar aile ilişkilerinde ve yakın ilişkilerde de kronik bir rol dağılımına neden oluyor. Lerner, yakın ilişkilerde oluşan bu dengesiz rol dağılımını, ‘yetersiz yüklenenler ve aşırı yüklenenler’ diye ayırıyor. Bu iki grup birbirinin davranışlarını destekliyor. Böylece ortaya dengesiz bir tahterevalli çıkıyor. Örneğin erkek kendi zayıflığını, muhtaçlığını ve incinebilirliğini paylaşmaktan kaçındıkça, kadın bu duyguları kendi payına düşenden daha çok yaşayıp ifade ediyor(Öfke Dansı; s. 25). Kadın daha endişeli, daha düşünceli, daha detaycı olmaya başladıkça, erkek tahterevallide yetersiz yüklenen olarak daha düz, daha vurdumduymaz, daha sorumsuz oluyor. Erkek öfkeye alan açtığında, kadın daha geride duruyor. Tüm bunlar geleneksel aile ilişkileri örüntüsünde ‘uyumlu bir dans’ gibi gösterilse de, aslında kimsenin kendisi olamadığı çitişmiş bir toplumsal rol yumağına dönüyor.  

Benliksizleşme yakın ilişkilerde tam da burada ortaya çıkıyor. Yani kişinin kendi düşünce ve ihtiyaçlarını gelen baskılar karşısında ertelemesi, yok sayması ya da benliğini tartışılabilir hale getirmesi hali. Kadın, kendi gücünün görünür olmasının ‘sorunlara, çatışmalara’ yol açacağını sosyal bir öğrenmeyle öğrenince bir kez, farkında olarak ya da olmayarak bir adım geride durması gerektiğini kabul ediyor. Bir bakıma pes eden ve sürekli özveride bulunan kadın, aslında içinde öfke biriktiriyor. Çevresiyle, sevdikleriyle uyumlanmak adına öfke enerjisini tanıyamaz hale geliyor. Ama illa bu öfke enerjisini taşıyor, barındırıyor. Karşısındakini değiştirmeye çalışıyor örneğin; ya da depresyon, stres, tatminsizlik hissi veya psikosomatik belirtiler olarak görünür hale geliyor öfke. Yine de denge bir türlü oluşmuyor.

Kadın, erkek egosunu tahrik etmesinin getireceği huzursuzluk yerine benliksizleşmeye giden yolu tercih ettiğinde, yani ‘yetersiz yüklendiğinde’ erkek kendini olduğundan büyük görmeye başlıyor. Kadın bunu yapıyor, çünkü benliksizleşmeyi reddettiğinde şirret, geçimsiz, dırdırcı, sorun çıkartan taraf olarak damgalanmak istemiyor. Farkında olarak ya da olmayarak bu şekilde davranıyor diyorum, çünkü yakın ilişkilerde kurulan cinsiyet denklemi yapısal olarak bu şekilde normalleştirildiğinden, her çeşit sosyokültürel seviyede hem kadının hem de erkeğin zihninde bu yapı makulleştiğinden, çıkan sonuç genelde bu oluyor.

Şöyle somutlaştıralım: Popüler paylaşımlara dikkat etmişsinizdir. Kadınlara sağlıklı ve uzun soluklu bir ilişki için açık açık erkeğe karşı aptal rolü oynamaları tavsiye ediliyor. Ya da erkek egosundan, toplumsal kodlarla örülen bir kurgu değil de çok doğal bir şeymiş gibi bahsediliyor. ‘Aman patron erkekmiş gibi davran’ cümleleri, ilişki uzmanlarının ağızlarından olağan şekilde dökülüveriyor. Harem entrikaları, -mış gibi yaşamlar, arkadan iş çevirmeler ve riyakarlık büsbütün normalmiş gibi sunuluyor. Ve eşitsiz tahterevalli hayatımızın en doğal parçasıymış gibi kanıksanıyor. Kadın öfkesini ifade edemedikçe benliksizleşiyor, benliksizleştikçe daha da öfkeleniyor.

Öfke Enerjisini Tanımak

Öfke engellendiğimizi, sınırlarımızın ihlal edildiğini, haksızlığa uğradığımızı gösteren bir uyarı cihazı gibi işliyor. Öncelikle bu duygunun benliğimizi ayakta tutabilmek için çok gerekli ve çok doğal olduğunu kabul etmek gerek yeni baştan, kafamıza kazınmış cinsiyet kodlarından silkinerek.  Bu duygu doğru kanalize edilmediğinde, ya pasif agresyonlarla çevremizi şaşkına çeviriyoruz ya da yaşadığımız olayla verdiğimiz tepki arasındaki dengeyi kuramıyoruz -ki böyle bir durumda 2 birimlik bir öfke için geçmiş birikimleri de ekleyip 10 birim yansıttığımızda tepkilerimize duyulan saygı azalıyor. Veya psikosomatik rahatsızlıklar etrafında kronikleşen bir yaşam döngüsüne takılıyoruz. Her durumda duyumsadığımız şey, tıkanmışlık ve çaresizlik oluyor.

‘Gerçekte neye öfkeliyiz’ sorusuna cevap vermek için kendimize zaman ayırmak, kendimize yatırım yapmak, kendimizin ve çevremizin tepkilerini mercek altına almak gerekiyor. Lerner bu noktada bir soyağacı çıkartmayı öneriyor. Üst soydaki aile bireylerinin öfkeyi yansıtma biçimlerine dikkati vermenin, öfke ile ilişkimiz üzerine önemli ipuçları sunacağını söylüyor. Öfke enerjisini tanımanın, içindeki öfkeyle tanışması engellenen kadın için biraz daha emek isteyen bir çalışma olduğunu da eklemek gerek.  

Lerner, Öfke Dansı’nda öfkenin yanlış yönlendirilmesine neden olan ve hatta bu durumları besleyen sağlıksız ilişki üçgenlerinden bahsediyor. Bu üçgenler, benim de çok işlevsel bulduğum transaksiyonel analizin üçgenlerine benziyor. Kurtarıcı-kurban-zorba üçgeninde kurulan ilişkiler, huzursuzluk yaratan sorunların gömülü kalmasını sağladığı için ilişkinin yapı taşı olarak yaşatılıyor. Böylece içimizdeki öfke enerjisi, kurtarıcı olduğumuzda aldığımız sorumluluklarla farklı şekillerde kanalize ediliyor örneğin. Bu rolden çok yorulduğumuzda aniden zorba rolüne geçip tüm şimşekleri üzerimize çektikten sonra gelen tepkileri kaldıramayıp kurban rolüne bir geçiş yapabiliyoruz mesela.

Yakın ilişkilerde dahil olduğumuz bu ilişki modellerini, bu temas biçimlerini gözlemlemek, ‘öfke dansı’nın yıkıcı adımlarından çıkmak için ilk adım olarak öneriliyor. Tam bu noktada ‘iyi kız sendromu’na tekrar bakalım:  Kurtarıcı rolü ağırlıklı olmak kaydıyla, içinde kurban ve zorba rollerini barındıran ‘iyi kız sendromu’ bolca feda şeması ve verme edimini kapsıyor. Kurtarıcı rolü aralıksız sürdürüldüğünde, öfke patlamaları ve içten içe hissedilen haksızlık hissi kaçınılmaz oluyor. 

Değişim İçin Öneriler

Çoğunlukla değişimin getireceği huzursuzluk ve direnç yerine alıştığımız konforlu alanı korumayı seçiyoruz. Çünkü yakın ilişkilerimizdeki temas biçimlerimiz, öfkemizi gömebileceğimiz çeşitli rollerden oluşuyor ve mevcut düzeni ‘korumak’ için destekleyici işlev görüyor. ‘Döngüsel dans’ diyor Lerner bu duruma. Bu döngü kırıldığında aradaki işlevsiz dans da ortadan kalkıyor. Bu noktada, dansı bozduğumuzda çevremizden gelecek direnç kadar, kendi içimizden gelecek dirence karşı da dayanıklı ve cesaretli olmamız gerekiyor.

‘Ne pahasına olursa olsun’ huzur istemek, sorunların gömdüğümüz yerde kök salıp daha da güçlenmesinden başka bir işe yaramıyor. Bu sebeple, ne kadar zor olsa da, alıştığımız temas biçimlerinden çıkmak için çaba harcamak gerekiyor. Eski ve bilindik danstan çıkmak için öncelikle içimizdeki sesle konuşmak, sonra da temas biçimlerimize dikkat kesilmek gerekiyor. Kurulan modelin bir ucunda biz varsak diğer ucunda da yakın çevre fertleri var zira. Biz danstan çıktığımızda, karşı taraf dansı devam ettirmek isteyecek bu durumda. Bu noktada Lerner’ın önerisi; yaşa ve yaşat mottosu. Hedefiniz sabitleşmiş bir modeli değiştirmekse diyor Lerner, sorun konuşmak için sakin zamanları seçin. Konuşmaya başlamadan önce şu soruları sorun: Beni öfkelendiren ne? Burada asıl sorun ne? Ulaşmak istediğim şey ne? Değiştirmek istediğim tam olarak ne? Yapabileceğim ve yapamayacağım şeyler neler? Lerner’ın diğer önerileri şöyle: Konuşurken bel altı taktiklerinden kaçının. Yani suçlamayın, yorum yapmayın, teşhis koymayın, damgalamayın, vaaz vermeyin, emretmeyin, uyarmayın, sorgulamayın, söylev çekmeyin.  Ben diliyle konuşun. Bulanık taleplerde bulunmayın. Ne istediğinizi açıkça anlatın. Farklı bakış açılarını içten bir kalple kabullenin. Hiçbir sonuca varmayan entelektüel tartışmalardan uzak durun. Her bireyin kendi davranışlarından sorumlu olduğunu unutmayın. Başka birine ne düşünmesi ve hissetmesi gerektiğini söylemeyin. Üçüncü taraf aracılığıyla konuşmaktan sakının (Öfke Dansı; s.171).

Kişisel Olan Politiktir

Toplumsal değişimin bireyin değişimiyle mümkün olduğunu ve insanın sorumluluğunun sadece kendisi için değil, toplum için de çok büyük olduğuna olan inancımı hemen her yazıda ifade ettiğim gibi buraya da iliştirmek isterim. Feminizmin insanlığa kattığı en güzel sloganı da şuraya ekleyeyim: ‘Kişisel olan politiktir.’

Kendi iç dünyamızda ve yakın ilişkilerimizde tıkanmaya yol açan modeller, tıkanmış toplumsal modellerden besleniyor ve döngüsel biçimde toplumsal tıkanmışlığı besliyor. Kadınlar olarak öfke ile olan ilişki biçimimizin toplumsal olarak şekillenmesini sessizce ya da yapay çığlıklarla kabul ettiğimiz sürece, dolaşıp işlevsiz hale gelen bu toplumsal roller yumağında hem kendi hayatlarımızı tatsız tuzsuzlaştırıyoruz hem de toplumsal kördüğüme katkı sunuyoruz. Günün sonunda çoğu zaman, azıcık huzur için çok şey feda ettiğimizi fark etmiyoruz bile. Lerner’ın Öfke Dansı kitabı, iyileşme, daha iyi hale gelme sorumluluğunu yine bize yüklüyor her psikoloji destek kitabı gibi; çünkü o da aslında yüzleşme kitaplarından. Bununla birlikte, öfkesiyle tanışmak isteyenler ve öfke ile ilişki biçimini sorgulamak isteyenler için güzel bir başlangıç kitabı Öfke Dansı.

Öfke Dansı

*Bu yazı Harriet Lerner’ın Öfke Dansı kitabından esinlenilerek özgün bir anlatı ile yazılmıştır.

Görsel: Saeid Anvar

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir