ŞEMA ÖYKÜLERİ

Öfkem Dertop Oldu

Yine başladın kendi kendine söylenmeye. Başkasına söyleyecek sözü olmayanın sözü kendine döner ya; sözü de, öfkesi de. Seninki de o hesap. Neler geçiyor yine aklından kim bilir. Hepsi kendine dair. Kendiliğinle ilgili. Düşündükçe var olan bir adamsın. Kendini didik didik ettikçe nefes alan biri. Öyle değil, diyorsun. Kendini ebeveyninin gözünde bir yerlere koyamayan, toplum içinde nerelere sığsın ki. Ebeveyninin gözünden en kolay düşen, ilk gözden çıkarılan biri olmaya mahkum çocuk, hayat boyu birilerinin nazarında ne olduğu sorusunu sorar durur. Bir başkası üzerinden isimlendirir kendini. Başkalarının namına yaşamak değil de nedir bu? Senin tabirinle, gıyabında yaşamak. Emaneten.

Yeni bir güne uyandın. Yeniliği her ne belirliyorsa artık. Her günkü gibi bugün de ilk işin, her geçen gün biraz daha arza meyleden minik kaslarını izlemek aynanın karşısında. Her gün biraz daha dönüşen yüzünü gördüğünde ilk aklına gelenin, otuzundan sonra bir zahmet çöpe gitmesi beklenen cinsiyetten olmamanın verdiği rahatlık olması ne tuhaf. Kasların aşağı ivmelenen hareketini doğal bir yerçekimi kanunu olarak değil, dünyada başına gelebilecek en kötü felaket olarak algılayabilirdin de, öyle değil mi? Gözüne girmeye çalıştığın toplumca aforoz edilmek, varoluşu genç ve güzel olmaktan başka bir hal ve durumda tescillenmeyecek cinsiyet olmaman değil kafanı bulandıran ne mutlu ki. Oysa ne acı ki kafandaki bu tuhaflık, sebepsiz yaşlanmana içerliyor olmandan kaynaklanıyor. Hayatın karşısında söyleyecek bir sözü olmadan, öylece yaş almaktan. Emaneten.

Yaşama sevinci diye bir şey gerçekten var ve o çekilip çıkarılınca insanın içinden, lazım olduğunda bulamadığın eşyan gibi, bir yenilmişlik hissi alıyor yerini. Böyle bir hezimet seninki de. Ve işte bu yüzden, salondaki duvar saatine benzetiyorsun kendini; bozuk, işlevsiz ama dekoratif durduğundan yerine bir yenisi alınmayan. Duvarda bir saat taklidi yaparak kalmayı hak eden, sırf dekoru tamamladığından bir köşeye atılmayan. Yine de işlevsiz olduğunu herkesin bildiği, sessiz bir anlaşmayla da kabullendiği bozuk bir duvar saati.

Aslına bakarsan, her şeye faydacı bakılan bu hayatta kendine de faydacı bakıyor insan. Ne kadar kazanıyorum, nasıl bir evde oturuyorum, bindiğim araç nasıl, kimlerle ilişki içindeyim, kaç kişinin zihnini meşgul edebiliyorum. Böyle soruların cevabı belirliyor hiyerarşik tablodaki yerini. İnsan da bu soruları sorup yaşıyor başkaca soru sormadan. Emaneten.

Herkesin bir diğerine anlatacağı ne çok şey var. Var ama kimse kimseyi dinlemiyor diyorsun. Sanki birine gerçekten anlatmak istediğin bir şey varmış gibi. İçinde dertop olan öfkenin tadından başka. Evet, herkes sözün kendine gelmesini bekliyor; o da nezaketten biraz payını almışsa eğer. Ama herkes kendi zihninde yazıyor dünyayı. Herkes kendine göre yazıyor. Kimse kimsenin doğrusunun meraklısı değil bu yüzden. Kimsenin doğrusunun da gerçeğinin de. Bir varoluş mücadelesi bu çünkü. Sıfır toplamlı oyun sanki. Biri alanını genişlettiğinde diğerine yaşam alanı kalmayacakmışçasına bir mücadele.

                                                    ***

O gün annenin içinden bir canavar çıkmıştı. O canavar ne ara o kadar büyüdü, neyle beslendi sessizce, aklın almadı; dehşete kapıldın olanları görünce. Boşalan şeyin kendi hayatları değil de Avrupa’daki marketlerin rafları olduğuna inandırılmış bir toplum kadar gerçeği çarpıtmıştı annen. Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi bir huyu olduğu kadar çarpıtılma huyu da vardır. Yerçekimi kadar doğal bir şekilde, herkesin kabullenebileceği bir gerçeklikte çarpıtılır gerçekler bu yüzden.

Evden gidersen artık annen değilim dedi sana. Oğlum, artık seninle yaşamak istemiyorum, bana her gün kendimi yok hissettiren babanı hatırlatıyorsun diyemediğinden. Ben kendimi senin gibi anlatamıyorum, kelime oyunlarıyla kafamı karıştırıyorsun dedi sana; sana veremediklerimi hayattan dişinle tırnağınla kazıyarak aldın diyemediğinden. Anne olduğumu hissettirmiyorsun diye haykırdı; baban ve ben çocuk rolünü kaptığımızdan senin payına ebeveynlik düştü, ne kadar çabalasan da bizi büyütemedin diyemediğinden.

Yaralarınızı yarıştırdınız o gün. Şimdi aynanın karşısında adil olmayan bu yarışın değerlendirmesini yapıyorsun. Annenin kendi yaralarını mayalandırıp sana bir bayrak gibi teslim ettiği, senin de bunlara kendi hayatında yenilerini eklediğini hesaplayarak bu yarışı hiç de adil bulmuyorsun. İşte bu sebeple, yara yarışının galibi elbette sensin.

                                     ***

Biz hiç anne-oğul olamadık. Aramızda, yaralarımızdan ince ince dizip ördüğümüz uzun mesafeler oldu hep. Bu mesafeleri babamın ölümüyle çoğalttık. Ölüm, kalanları yakınlaştırır oysaki. Bizdeyse tam tersi oldu. Babam için bilediğimiz savaş baltalarını, o aradan çekilince birbirimize yönelttik, olan bu. Her şey bir şarapnel, insan insana saplanmak için var, demişti yazarın biri.[1] Birinin var olması için diğerinin ölmesi gerekirmiş gibi hayata olan hırsımızı da hıncımızı da birbirimizden çıkarttık. Yaralarımızı sağaltmak olmayınca amaç, yara bir varoluş sebebi olunca belki..

İşte bu yüzden, yara yarıştırmak ailede başlar. Topluma dair her şeyin başlangıç noktasında. Her kuralın yeniden üretildiği, diri tutulduğu yer olan ailede. Boyuna şikayet ettiğimiz şu güç mücadelesi de, hiyerarşiyi bu denli kanıksamamız da bu ilk başlangıç noktasından kopup geliyor. Üst ve ast ilişkisinin iliklerimize kadar işletildiği, yanlışlar ve haksızlıklarla dolu uygulamaları, sırf hiyerarşik olarak üstte yer aldığı için astlarına boca etme hakkı kazanan otoriteler kadar saçma bir şeyin gayet doğal olarak algılanmasına sebep olan başlangıç noktasından. Güce tapınmanın başlangıç yeri, yaşayan ölüler gibi başımıza gelen her şeyi kabul ettiğimiz bir sistemin başlangıç yeri. Sırf ağzımızın tadı bozulmasın, huzurumuz kaçmasın diye.

Ağzımızın tadı bozulmasın diye sustum ben de, tam da bana öğretildiği gibi; huzursuzluk çıkmasın diye. Hiyerarşi kurallarına uygun olarak, bir ast olarak hep alttan alarak. Yine de bu canavarın nasıl beslendiğini, iyice bilenmiş savaş baltalarının neden bana yöneldiğini ve annemin annelik kurumunun kutsiyetine güvenerek, benden sonrası tufan deyişine tam uyumlu olarak her şeyi yakma cüretini anlayamadım. Çocukluğumdan bu yana ilmek ilmek çabalarımla kurduğum bu ilişkinin annem tarafından hunharca katledilmesini bir türlü adil bulamadım. Annenim ben senin diyerek kafama vura vura yer açtığı bu kutsallık, bu dokunulmazlık hali camdan bir heykel gibi tuzla buz oldu o canavar dile geldikçe. Kırılan parçalar birbiri ardına konuştu: Ben olmasaydım perişan olurdun. Kimseler bakmazdı sana. Yetimhanelerde bitlenirdin bile dedi 8 yaşımdan bir cümle. Allah zeval vermesin, başımızdan eksik etmesin tüm üstleri, otoriteleri ve kutsalları. Allah muhafaza, bitleniveririz yetimhanelerde topluca.

                                                  ***

Şeyma, bu ülkeden merhamet çekildi, demişti epey zaman önce. Hayır demiştim iyi kalpli sevgilime, bu ülkeden öfke çekildi. Her şeyin olduğu gibi öfkelenmenin de hiyerarşik bir düzeni var çünkü. Gücünün yetmediğine riyakarca boyun eğiyorsun.  Kurallar gereği dertop ediyorsun öfkeni, yutuyorsun da; ama bir sindiremiyorsun. Yakıp yıkacağın hiyerarşik konumda değilsen elbette. Ama eğer öyleysen, kural tanımana da adil olmana da gerek yok. Öfkemi göstermemin yasak olduğu bir ailede büyüdüğüm için itiraz etmiştim. Kim bilir, Şeyma da en çok merhamete ihtiyaç duyduğu bir ortamda büyüdüğünden böyle bir laf etmişti. Hiç konuşmamıştık çocukluğumuzdan.

12 Eylül döneminin Diyarbakır cezaevinde bok yedirilen tutsakları ilk duyduğumda, çocukken yuttuğum öfkelerin tadı gelmişti aklıma. Yuttuğumuz öfkelerin de bir tadı var; öfkenin dertop edilip yutulması tam da böyle bir şeydi, zorla bok yemek gibi. Ben bu tadın acısını astlarımdan çıkartmadım çocukken; hiç böcek yakmadım mesela, kedilerin kuyruklarını kesmedim, sineklerin kanatlarını kopartmadım, sapanla serçe filan da avlamadım. Bir sosyopata dönüşmedim nihayetinde. Güler yüzlü bir takım lideri, iyi bir yazılımcı, çok üreten ve ekibine çok ürettiren başarılı bir çalışan oldum. Tam da olması beklenen vasat biri, vukuatı olmayan sıradan bir vatandaş oldum.  Annesini yalnızlığa terk etmeyen bir evlat da oldum. Onun her ihtiyacını karşılayan, birlikte yaşadığımız evi onun zevkine göre döşeyen mesela ya da onu her hafta sonu Seferihisar’a götüren bir çocuk. Sevdiğim ama onun sevmediği Şeyma’dan hiç bahsetmeyen bir oğul da oldum. Öfkemi dertop ederek hep.

Sosyopat olmadım ama cesaretim de eksik kaldı. Kavga gürültüye katlanamayan, her şey kavgasız gürültüsüz olsun diye daha fazla çabalar. Bu çaba çok yorup tüketir insanı. Bundan sebep, öfkemi dertop etmem gereken ve cesaretimin eksik kaldığını hissettiğim o anlar, yani çatışma anları, yaşam enerjimin dibe vurduğu, büzülüp küçücük kaldığımı duyumsadığım o anlar arttıkça ben azaldım. Emaneten de olsa yaşamaktan yorulduğum anlara bir beyaz yakalının bile yoksullaştığı bu günler eklenince, Almanya’daki bir yazılım şirketi için proje yapmaya başladım kendi şirketimden habersiz. Bedenim gidemese de beynim expat oldu sonunda. Projelerimden memnun olup bana tam zamanlı iş teklif eden Alman şirketi çalışma vizesi için referans mektubu bile yazdı. Gitmek için hiçbir engelim yok görünürde ya, ama zihnimde öyle değil. Sanki bir el beni zorla tuttu, annemi bırakmak fikri sandığımdan da zor geldi. Tüm hassasiyetimle, tüm ince fikirlerimi ve en olgun nezaketimi de yanıma alarak konuyu anneme açtığım an çıktı o canavar annemin içinden. “Gidersen ‘annem değilsin’ demiş olursun” gibi bir cümleyle.

                    ***

O gün aynanın karşısında, değişen yüzünü inceleyip dekoratif saatle ortak yönlerin üzerine düşünürken asistanının aramasıyla hatırladın sabahki toplantıyı. Şirketin çalışan-müşteri iletişimini iyileştirme hedefiyle bir danışmanlık şirketine yaptırdığı proje zımbırtısı için saha araştırmacıları gelecekti o gün ofise. Önceki gün Bornova’daki ofiste neler yapmış olabileceklerine gidiyor aklın. Bir yığın iş arasında durma bir de bunlarla uğraş diye söyleniyorsun. İki kişi olmalarından ve iri cüsseli olanın çok konuşmasından başka bir şey fark etmiyorsun karşılaşmanın ilk anlarında. Şirketin tarihiyle ilgili şablon bir sunum yapıyorsun, tüm misafirperverliğinle; karşındakileri hiç görmeden elbette. Sonra İzmir’in eski İzmir olmadığını anlatıp İstanbullular yerleştikten sonra bu şehrin tadının kalmadığından yakınıyorsun. Bu da sunuma dahil bir şablon gibi duruyor. Her şeyin ne kadar da pahalandığını, trafik sorununun tam çözülecekken yine bir düğüm olduğunu, kiraların haddinden fazla arttığını konuşuyorsunuz; bir şablon gibi, emaneten. Yazılım sektörü ekonomik krizden ne ölçüde etkilendi, cevap veriyorsun. Müşterilerin bitmek tükenmek bilmeyen ilgiye aç hallerini onlara hak veriyormuşçasına anlatıyorsun. Para karşılığında sattığın zaman ve emeğinin seni 18.yüzyılda yaşayan Zanzibarlı bir köle gibi hissettirdiğinden hiç mi hiç bahsetmiyorsun. Öfkeni dertop etme yeteneğinden de.

Saha araştırmacılardan birine takılıyor gözün bir ara, iri cüsseli olana. Adamın gözlerinde bir film dönüyor, ister istemez onu izliyorsun. 8 yaşında Basmane’den trene kaçak binen bir çocuk bu. İstemesen de görüyorsun artık. Eskişehir’den aktarma yapıp onu daha doğuya, çünkü daha uzağa götürecek bir trene biniyor. Kondüktörden kaçmak için tuvalete gizleniyor. Köşe kapmaca oynuyor gecenin bir yarısı trende. Nihayet babası onu bulduğunda, daha doğrusu polisler onu babasına teslim ettiğinde korku ya da endişe yok gözlerinde babasının, kocaman ve çok güçlü bir öfke var. Okkalı bir tokada dönüşebilen bir öfke. Yetişkinin bu öfkesi,  çocuğun gözlerindeki öfkenin de korkunun da önüne geçiveriyor hiyerarşik sıralama gereği. İri cüsseli ve çok konuşan adamın gözlerinde film devam ederken eksik kalan şey tamamlanıyor. Çocuk trene binmeden önce tekrar eve koşuyor. Korka korka çıktığı eve yine risk alarak dönmesinin sebebi yatağının başucundaki konsolun orta çekmecesinde incecik kumaştan dikilmiş bir mendile sarmalanmış yarasını unutması. Çocuk tekrar çıkıyor evden sessizce. Bu kez içi rahat, eksik bir şey kalmamış, yarası yanında.

                                                  ***

Start-up’ların neden eskisi kadar başarılı olamadığını, ödenecek gibi olmayan elektrik faturalarını, ortalamanın üstünde aldığımız ücretlere rağmen artık turistlere bıraktığımız restoranları anlatıp 8 yaşında Basmane’den trene kaçak binen öfkesini dertop etmiş o çocuğu unutturmaya çalışıyor. Bunu yapma diyorum içimden, karnımda bok tadına dönmüş o öfkeyi görüyorum sende. İnce mendilin içine sardığın yarayla rahatlamanı, harikulade giden çalışma hayatınla hayatı sarpa sarmış içindeki o çocuğun çatışmasını görüyorum. Bana çok iyi bildiğim bir hikaye anlatmaya başlayıp sonra anlatmamış gibi konuyu kapatamazsın. Bu yüzden annemi anlatmaya başlıyorum sana. Dertop edip sakladığın öfkenden söz edebilmen için cesaret versin diye sana.

Annemi anlatırken gözlerim doluyor bu yabancının karşısında. Beyaz yakalarımızı bırakıyoruz pahalı araba maketleriyle süslenmiş ceviz masama. Hiç tanımadığım bu iri cüsseli adamın çocukluğunu yakından biliyorum diye, sadece bu yüzden; ikincil ilişkileri, ağdalı kelimeleri, yüzümüze ve dilimize bulaşan maskeleri de bir kenara bırakıyoruz. Hiyerarşik düzlemde ihtişamın müşterilerin zihninde yaratacağı boyun eğdirici etkisi hesaplanarak döşenmiş ofisimdeki eşyalar bir bir kayboluyor. Yerine Seferihisar’da, eski yazlık evdeki odamın eşyaları geliyor. Ben, öfkesini dertop edip yutan o çocuk; Basmane’den gizlice trene binen, öfkesini yarası yapmış o çocuğa annemi anlatıyorum.

Hem oğlum ol, hem bir yabancı diyor. Hangi role bürüneceğimi o belirliyor. Kendin olma, öfken olma, yut öfkeni, dertop et. Panik ataklarımla beni yalnız bırakma deyişini de anlatıyorum annemin. Aramızdaki mesafeyi belirleyen, istediğinde gerdiği istediğinde şak diye bıraktığı bir lastiği mesafe ölçer olarak elinde tuttuğunu da. Öfkemin tadını, şeklini, yerini tarif ediyorum. Bir an durup iri cüsseli adama, Basmane’den trene kaçak binen o çocuğa bakıyorum. İstiyorum ki o da öfkesinin tadını anlatsın. Kimseyle kuramadığım o bağı özenle teslim alsın, büyütsün, incecik mendile sardığı yarasını çıkartıp ceviz masanın üzerine koysun.

                                    ***

Yapmıyor. İri cüsseli o adam,  sanki hiç Basmane’den trene binip de evden kaçmamış gibi, kondüktörden saklanmak için köşe kapmaca oynamamış gibi, yarasını unuttuğundan eve tekrar gizlice girmemiş gibi, sonra yine tren garına dönmemiş gibi, babasından şak diye okkalı bir tokat yememiş gibi, şak diye kapatıyor ahşap çerçeveli penceresini senin yüzüne.  Perdeyi kapatıp ışığı da söndürüyor. Öfkesini hiç dertop etmemiş gibi.

Aksine, iri cüsseli adam gözlerindeki o kaçak çocuğu da, yuttuğu öfkesinin tadını da gizlemek için ceviz masanın üzerine bıraktığı beyaz yakasını alıp boynuna iliştiriyor. Tüm ağdalı nezaketiyle, bunca yoğunluk arasında olur böyle sıkıntılar, diyor; çok keyifli bir sohbetti, diye ekliyor utanmadan üstelik. O an anlıyorsun, şarjöründe kalan tek mermiyi düşmanına teslim ettiğini. Hissettiğin o kandırılmışlık hali, o çaresizlik, çok eskilerden tanıdık geliyor. Anımsayamıyorsun. Pirinç kalemlikte duran ince bilenmiş mektup açacağını şak diye saplıyorsun iri cüsseli adamın karnına. İçinde dertop olmuş öfkeyi çıkartıp ona göstermek için, kendine göstermek için, haklı olmak için. Açık kalp ameliyatında seni masada terk eden bu adamdan medet umuyorsun hala, beni yalnız bırakamazsın diye bağırıyorsun durmadan. Seferihisar’daki eski yazlık evde değilsin. Bozuk olsa da asıldığı yerden kaldırılmayan salondaki o dekoratif saat değilsin. Dertop ettiğin öfken yerde; kıpkırmızı, oluk oluk akıyor. Ahşap pencere kapalı. Basmane’den gizlice trene binen çocuk evine dönmüş. Annen yalnız. Ve evden gitmek zorunda kalacağın için artık senin annen değil.

Görsel: Evelyn Chong


[1] Hakan Günday, Zamir

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir