Öz Sabotajcı
Öz sabotaj, yani kendi kendini engelleme (self-handicapping), hedefe giderken kişinin kendi kendini sabote etmesidir. Kişinin en büyük düşmanı yine kendisidir deyişi, öz sabotajı anlatmak için biçilmiş kaftandır. Öz sabotaj, insanın kendi sorumluluğu ve iradesi dahilinde olan bir işi ya da görevi, yerine getirebilecek kapasitesi olmasına rağmen yeterliliği konusunda endişe edip ertelemesi ya da ondan kaçınmasıdır.
Başarmaya ve görünür olmaya odaklı kodlarla öylesine bezenmişiz ki, başarı ihtimali şüpheli bir duruma düştüğümüzde benliklerimizi koruyabilmek uğruna kabuğumuza çekilir, bunu yaparken de aslında kendimize saldırırız. Ya olmazsa ya yapamazsak endişeleriyle kaplı içsel dünyamız, kısa süreliğine kendini güvende hissetmiş olsa bile, öz sabotaj hali yeni benlik sorunlarına kapı aralar. Böylece, benliğimizi korumak adına geliştirdiğimiz bu savunma mekanizması, tam bir kısır döngü halinde bir varoluş sıkıntısına dönüşür. Çünkü kısa vadede bizi başarısızlıktan ve öz saygı yitiminden korusa da uzun vadede başarıdan hatta yaşamaktan alıkoyar. Ezcümle öz sabotaj, bir benlik sorunsalıdır ve oldukça yaygındır.
İçimizdeki Sabotajcıyı Tanımak
Öz sabotaj, toplumda yüzdelerle ifade edilecek bir psikolojik rahatsızlık olmaktan ziyade; kısa vadede kazandıran bir savunma mekanizması olması açısından kolayca rasyonalize edilip normalleştirilen ve sık sık kullanılan bir yöntemdir. Ancak herkeste farklı biçimlerde ve farklı oranlarda tezahür eder. Kişinin kendini tanıma düzeyine, gerçekçi bahaneler üretmedeki mahirliğine ve olayları görme ve anlamlandırma biçimlerine göre değişiklik gösterse de herkes az ya da çok deneyimler öz sabotajı.
‘Herkes biraz öz sabotajcıdır’ diye bir cümle kursak, pervasız bir genelleme yapmış olmayız herhalde. Çünkü öz sabotaj insanı alışkın olduğu konfor alanında tutmaya yarayan bir mekanizmadır ve insan konfor alanında olmaya meyilli bir varlıktır. Çünkü öz sabotaj, kişiyi zihninde, bilinçli bir bilişle ya da bilinç ötesinden gelen yönergelerle kendine biçtiği alanda tutmaya yarar. Sanki kişi zihin dünyasında kendisi için bir çember çizmiştir de o çemberin dışına çıkmak ya da çıkma ihtimaline maruz kalmak onu korkutur.
Mazeretlerle dolu, sorumluluktan uzak hayatlar sunar bize öz sabotaj. Bir çeşit konfor alanında kalış biletidir bu açıdan. Kontrol edemediği, edemeyeceğine inandığı bir alana geçmektir insanı korkutan zira. Tam başaracağını umarken illa bir aksilik çıkar, hayalini kurduğu hayat bir türlü gelmez; çünkü yaşamımız sadece bizim etken olduğumuz denklemlerden oluşmaz. İşin zor kısmı, neyin bize ait, neyin dış etkenlerden kaynaklandığını bulabilmektir. Bunun için de en temel gereklilik, insanın kendini tanıyabilmesidir. Bütün mesele de bu değil mi zaten? Kendi isteklerimizi, yeteneklerimizi ve sınırlılıklarımızı ayırt edebilmek, aslında ‘ne’ olduğumuzu ve neler yapabileceğimizi bilmek ya da belirlemek.
Ertelemenin Konforu
Kısa bir literatür taramasıyla öz sabotajcının özelliklerini kolayca sıralayabiliriz. Öz sabotajcı erteler, bahaneler bulur örneğin. Erteleme davranışının kökeninde hiç şüphesiz, belirgin bir mükemmeliyetçilik vardır. Bir şeylere başlamak için her şeyin (o her şey her ne ise) tam olması gerektiğini dikte eder bize. Yeni başlangıç ve deneyimler, o işi layıkıyla yapamayacağımızı hissediyorsak ertelenir böyle bir durumda. Atılması gereken adımlar hep sonraya bırakılır. Aslında böylelikle ‘yaşama sırası’ hiç gelmez. Hep bir bekleyişle geçer ömrümüz. Pazartesi başlayıp Salı son bulan sağlıklı beslenme planlarımız, ülke düze çıkınca yapılacak planlara kadar evrilir. Erteleme ya da kaçınma için bulabildiğimiz bahaneler sofistike olduğu ölçüde, zihnimizde daha da mantıklı bir hal alır ki bu rasyonelleştirme hali bizi kendimizle yüzleşmekten daha da alıkoyar.
Ertelemenin mantıksal dayanağı dış etkenlerdir. Şartlar bir türlü bizim için olgunlaşmaz. Bu durumda dış koşullar, hem mahkumiyetimiz hem de iç rahatlatan bahanelerimiz olur. Böyle bahaneler sevilmez mi? Tabi ki sevilir. Yapamıyorsak ve bunun bizim dışımızda bir nedeni varsa, o neden içten içe sevilir aslında. Kendimizi yetersiz hissetmeyiz böyle bir durumda çünkü. Bize dair ve/veya çevremize dair istediğimiz ilerlemeleri gerçekleştirememek de olsa bu durumun bedeli; kendimizi ‘kaybeden, başarısız ve yetersiz’ hissetmektense, dış etkenlerin bizi engelliyor olduğu fikri daha cazip gelir elbette. Bir türlü bitmeyen stresli ortam, çocukların sorumluluğu, kötü huylu bir eş, engelleyici ebeveyn, kötü niyetli iş arkadaşı, kötü yönetilen bir ülke, çığırından çıkmış bir toplum bizim kendimizi gerçekleştirmemizin önündeki engellerdir işte. Böyle bir durumda kendini kurban hissetmenin getirdiği ikincil kazanım, sahip olamadıklarımız ya da başaramadıklarımızı başkasının hesabına yazan bir düzenek bırakır kucağımıza. Bu da kısa vadede kendimizi yatıştırmanın, haklı görmenin hatta iyi hissetmenin bir yolu olur. Uzun vadede ise elimizde kalan, mutsuz ve sevimsiz bir yarım kalma hali ve bir türlü gerçekleşmeyen beklentiler ve hatta benliklerdir. Sonsuza dek mutlu oldular, cümlesiyle bitecek bir olayın başımıza gelmesini bekler buluruz kendimizi de haberimiz bile olmaz bu bekleyişten.
Neden Kendimizi Sabote Ediyoruz?
İlk bakışta tutarsız görünen cevabı açıklamıştık: ‘Benliğimizi korumak ve güvende hissetmek için.’ Peki, öz sabotajın altında yatan nedenler neler? Bu sorunun cevabı da her zaman olduğu gibi ailede ve toplumda saklı. Birey, içine doğduğu aileyle ama en çok da o aileyi belirleyen toplumsal kodlarla şekilleniyor. Bu yargı, büyük meta anlatılarının birey üzerindeki tahakkümünü belirlenimci bir yaklaşımla kabul edip pes etmek anlamına gelmiyor şüphesiz. Yine de davranış biçimlerimizi ‘toplum normal’ine yakınlaştıran, hazır bulduğumuz cevaplarla sorgulama alanımızı daraltan, sorumluluk bilincini bazen gereksiz, bazen de hayali bulup varlığımızı pasifize eden büyük anlatılar dünyasında yoğurulduğumuz da bir gerçek. Etkin bir çaba olmaksızın, önünde sonunda bulunduğumuz kabın şeklini aldığımız da.
Ama her şeyden önce, tüm kötülüklerin anası olan işlevsiz/sağlıksız ailenin öz sabotaj konusunda bize katkılarına kısaca bakalım. Mükemmeliyetçi beklentiler, çocuğu öz sabotaja iten en önemli nedenlerin başında geliyor. Çocuk, ebeveynini tatmin etme ve karşılığında kabul görme çabası içinde, hata yapmaktan korkarak, önüne çıkan yeni deneyimlere mesafeli durmayı ailede öğreniyor. Korkusuyla yüzleşmek yerine bahaneler üreterek kaçmayı da. Yeterli hissedemediğinde benliğini çepeçevre saran bir suçluluk duygusuna bürünüyor. Bu suçluluğu telafi etmek içinse bahanelere sarılıyor. En nihayetinde pırıl pırıl bir öz sabotajcıya dönüşüyor.
İşlevsiz ailenin, çocuğu bir öz sabotajcı yapmasının temel nedeni ise ona kendiliğine dair bir değer duygusu yerleştirememesi. Sadece var olduğu için yeterli değeri görmeyen çocuk, ebeveynini mutlu edecek bir şeyler yapabildiği ölçüde değer katsayısını artırmayı öğreniyor. Her başarı ölçer sınav -okulda ya da toplumda- kendi değerini belirleyen bir ölçüt olarak algılanıyor çocuk tarafından. Öz saygı ve öz değer duygusunu hissedemeyen çocuk, bunları elde edebileceğini düşündüğü her değişime karşı ‘başarısızlık korkusu’ geliştiriyor. Tüm değişim ihtimallerini, zihnindeki ‘değer ölçeği’ni aşağıya çekecek birer düşman olarak görmeye başlıyor. Değişmektense aynı kalmayı, güvenli sandığı küçük alanında yaşamayı kanıksıyor. Büyüklerinden öğrendiği ‘konuyu kendi dışındaki etmenlere bağlama metodu’nu içselleştiriyor. Yaş aldıkça ve yeni öğrenmeler sayesinde de bahaneleri mantığa bürüyen bir hale getirme yeteneği kazanıyor. Böylelikle değişimden korkan, pasif ve çarpık bir kaderciliğe boğulmuş bir toplumun yapı taşı olarak yeni nesillere ‘birikimlerini’ aktarmaya devam ediyor.
Öz Sabotajcı Bir Toplum
Toplumsal birikimlerimiz, bize güvenli alanda kalmamızı, değişimden korkmamızı fısıldıyor. Öz sabotaj da tam da bu işlevi yerine getiriyor esasen. Bizim gibi güvenlik için benliğinden ödün vermeye hazır toplumlarda öz sabotajcıların yoğun olması şaşırtıcı değil. Bilmediğimiz ve bize değişim vadeden gelişmeler yerine kötü de olsa bildiğimizi takip etmek toplumsal bir davranış biçimi bizler için. Uyguladığımız faydasız ve zahmetli gelenekler kadar izinden gittiğimiz toplumsal ve siyasi liderler için de geçerli bu formül. Toplumsal olarak kurban rolünü oynamaktan bir çeşit haz alıyor olmalıyız.
Bir taraftan her şeyin en iyisini hak ettiğimize inanıyoruz- ki bu mükemmeliyetçi ve narsistik kodların bir tezahürüdür; diğer taraftan hak ettiğimize inandığımız iyi şeylerin bize dış etkenlerce verilmesini bekliyoruz- ki bu da öz sabotajcının, kendi potansiyelini küçümseyip kendini geri planda bırakmasının bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Değişim için ayak diremek, değişimden korkmak, etkin olunabilecek durumlardan kaçınmak; kaçınılmaz olarak bahanelere bulanmış ve endişeyle harmanlanmış bir tembellik ortaya çıkarıyor.
Şartlar nedeniyle başaramayacağımıza inanmak bir yandan benliklerimizi rahatlatıyor, bir yandan var oluşumuzu silikleştiriyor. Genlerimize işlemiş kocaman bir suçluluk hissi, içinde bulunduğumuz kötü şartları içten içe hak ettiğimizi söylüyor belki bize. Kolektif zihnimiz bir öz sabotajcı gibi çalışıp kötü şartları kolayca benimsememizi sağlıyor. Böylece, kendini gerçekleştirmek ve dış şartların belirleyiciliği arasında salınırken, öz sabotajın loopa düşürdüğü insanların bir kısmı hedonist bir nihilizmle avutuyor kendini. Bir kısmı çoktan yenilgiyi kabul ederek yaşamı başka bir bahara erteliyor. Yoksun kalmanın erdem olduğunu kabul eden çarpık inançlarla oyalanıyor. Her iki şekilde de insan, öz sabotaj içinde tükeniyor.
Kendini Sabote Etme ki Toplum Değişsin
Yaşamı ve öz değer duygusunu öyle ya da böyle başkalarının memnuniyeti üzerinden tanımlayan kişiler, zihinsel katılıklarını aşarak yeni bir yaşam kurgusu ihtimalinin çok uzağına düşüyor. Gerçekte var olmayan ama kulağa -ve tabi egolara da- hoş geldiği için benimsenen sanal kimliklerin peşinden kolayca gidiyor. Çünkü insanın kendiyle yüzleşmesi, en acı vereni. İkincil kazanımlar ise kolay olanı.
Belki de bu sebeple; adaletsiz, yoksul, geri kalmış ve saygıdan uzak bir toplumu ‘yapamadıklarımızın, yaşayamadıklarımızın’ bir bahanesi olsun diye yaşatıyoruz. Karar vermekten ve seçim yapmaktansa, içinde bulunduğumuz sözde güvenlikli ama fazlasıyla rahatsız edici şartların devamını istiyoruz içten içe. Kendimize layık gördüğümüz bu hayat; sürekli onay arayan, sürekli güce bağımlı ve bilinirliğinden dolayı güvenli bulduğumuz bu koşullar bize öz sabotajcı alt yapımızdan dolayı normal görünüyor.
Bu soruların cevabını aramaktansa başkalarını suçlayan cevapları benimsemek daha kolay geliyor olmalı. Her zaman olduğu gibi, çuvaldızı başkalarına batırma kolaycılığını seçtiğimiz sürece elbette hiçbir şey düzelmeyecek. Davranışlarımızın sorumluluğunu almadığımız sürece zihnimizde oluşturduğumuz o çember giderek daha da daralacak. Ben iyiyim ve fakat çevre kötü mantığının sunduğu bu öz sabotajcı konfor, bizi elbette daha da çürütecek. Bu sebeple, sadece kendi için değil, miras bırakacağı toplumsal birikim için de iyileşmeli insan. Toplum, bireysel çabadan etkilenir zira. Yüzleşmek hep en zoru olsa da köklü ama köhne yapıları değiştirmek ‘şeytan işi’ gelse de, kendine rağmen kendini gerçekleştirmeli insan. Çünkü Sennett’in dediği gibi, ‘kişi kendini yaratmak zorunda.’
Görsel: joagbriel
2 Yorum
Hilal Demir
Muhteşem bir yazı olmuş. Nasıl da ‘ben’ dedim. Öyle dokunuyor ki yazılarınız yüreğimize bu kadar benden bu kadar toplumdan olmanızı hayranlikla alkışlıyorum…
İyi ki varsınız…
Hep yazın nolur…
Kocaman sevgiler …
deliliksozlesmesi
Teşekkür ederim, sevgiler..