ÖZGÜVEN(SİZ) SENSİN
Özgüven, yaşadığımız çağda toplumsal ilişkilerin kapılarını açan, bu döneme ait ne kadar olumlu etiket varsa hepsini sunmaya aday sihirli bir kelime. Karşılaştığımız sorunların çözümünde, günlük hayatımızdaki ilişkilerimizde ve kariyerimizdeki başarımızda kilit etken olarak karşımıza çıkan bir kavram.
Başarılı olmak için, saygıya layık olmak için, mutlu olmak için, aranan değerli bir insan olmak için özgüven hep şart oluyor. Bu kavram bu denli önemli olmasaydı; bugün çok satılan kitaplar, çok tıklanan videolar özgüven kazanma taktiklerine dair olur muydu? Geleneksel ve sosyal medya özgüvene bu kadar vakit ayırır mıydı? Özgüven vadeden kişisel gelişim çalışmaları bu kadar popüler olur muydu? Ya da istatistikler, danışanların terapistlere en çok özgüven eksikliği şikayetiyle başvurduklarını gösterir miydi?
Nedir Bu Özgüven?
Özgüven, psikoloji literatüründe yeterlilik duygusunun hissettirdiği kendinden emin olma hali olarak tanımlanıyor. Temelde, kişinin kendine ilişkin bakışı ve düşüncelerinden oluşuyor. Kişinin yeterli olma hali, kendini olduğu gibi kabul etmesi ve değer duygusuyla yakından ilişkili. Peki bu tanımdan hareketle çağımızda özgüvene duyulan bu yoğun talebi nasıl yorumlamalıyız? Toplumsal bir özgüvensizlik hali içinde miyiz? Yoksa özgüven denen kavram, bağlamından koparılarak topluma bir ihtiyaç olarak mı pompalanıyor?
Öyle ya, özgüvenini artırmak isteyen çok sayıda kişi kendini neden yeterli hissetmiyor? Kendine karşı düşünceleri neden patolojik bir hal alıyor? Çok değil, bundan sadece yüz yıl önce insanların özgüven problemiyle çaresizlik içinde kıvrandıklarını sanmıyorum. Bir işe başvuran adaylar arasında en özgüvenli görüneni seçecek patronlar var mıydı acaba o dönemde? Arkadaş ilişkileri ya da romantik ilişkilerde anlaşmazlık yaşayanların kendini yetersiz hissedip özgüven kazanacakları terapi gruplarına başvurma düşünceleri? Okulda çocuklar ‘özgüvenli’ popülerler ve özgüvensiz ezikler olarak ayrışıyor muydu? İnsanlığın binlerce yıllık kültür mirasını bugün bilinen anlamıyla ‘özgüvenliler’ mi oluşturdu?
Modern Zamanların Özgüveni
Kişinin kendini kabul halinin önemini yadsımıyorum elbette. Aksine bunun insanın varoluşuyla derin bağlantısını ve yaratıcılığının temel şartı olduğunu savunuyorum. Eleştirim, günümüzde özgüvenin gerçekte olduğu manasından çıkartılıp çarpıtılmasına yönelik. Özgüvenin içsel kabul olarak benimsenmesi yerine, ötekinin bakış açısına göre kendine değer biçme haline dönüştürülmesine itiraz ediyorum.
Endüstri devriminin ardından bireyin kendini içinde bulduğu tüketim toplumu, insan var oluşunun değer ölçütlerini derinden etkiliyor. İnsanlar var oluşlarını, sahip olmak ve toplumsal kabullere göre tanımlıyor. Dışarıdan gelen yorumlara göre birey önemli ya da önemsiz, değerli ya da değersiz olarak addediyor kendini. Üstelik insanın hem toplumdan bu kadar uzak, hem de varoluş hissini topluma göre ölçeklendirmesi bilişsel bir çelişki yaratıyor.
Günümüzde, bireyin kendini yeterince ‘yeterli’ hissetmesi için üstesinden gelmesi gereken aşamaların artışı ve dönüşümü belirgin bir gerçek. Bireyin, görünür olmak için, kendinden beklenen yararlılığı hissetmek için kendisine dayatılan kriterleri gerçekleştirmesi gerekiyor. Yeterince sahip olması ya da satın alması bireye tüketime yarar sağladığı için bir değer ve ‘özgüven’ katıyor örneğin.
Diğer yandan, bireyin ekonomik alt yapıya fayda sağlaması da talep ediliyor. Bir şirket çalışanını ele alalım, daha fazla üretim ya da tüketim sağlayabilmek için yırtıcı olması isteniyor. Çalıştığı kurumun onayını almak için kendini özgüvenli şekilde pazarlaması bekleniyor. Ve de en çok kazandıran olabilmesi için iş arkadaşlarını ezip geçmesi salık veriliyor. Ayın elemanı seçildiğinde, terfi aldığında, toplumun gözünde başarılı hissettiğinde kendini yeterli ve özgüvenli hissediyor.
Diğer örnek de sosyal medyadan. Sosyal medyada da aynı sağlıksız özgüven mantığını görmek mümkün. Takipçi ya da beğeni sayısı size kim olduğunuz söylüyor. Gönderilen postun içeriğinden çok beğeni sayısı kriter alınıyor. İnsanlar yeterli hissetmek, var olduğunu kabullenmek ve kabul ettirmek için, yani ‘özgüvenli’ olmak için başkalarının onayını arıyor. Burada sizce de bir çelişki yok mu?
Özgüven Kavramının Çarpıtılması
‘Özgüvenli ol ya da öl’ diyen bir dayatma nasıl bir özgüvenden bahsediyor olabilir? Güçlünün güçsüzü ezdiği, fenomen hale gelenlerin kitleler tarafından taklit edildiği, kendi fikrini ileri sürmek yerine genel kabul gören düşüncelere tabi olunan bir toplumdan bahsediyoruz. Değerli hissedebilmek uğruna herkesin tek tipleştiği, aynı marka ürünlerin alındığı, aynı tatillere gidildiği, aynı popüler yayınların takip edildiği, çocukların illaki aynı aktivitelere zorla gönderildiği, kısaca hayatların hep ötekine göre yaşandığı bir toplumun algıladığı özgüven ‘kişinin kendi gözünden memnuniyet halini’ yansıtıyor olabilir mi?
Bir bakıma temelde yatan değersizlik ve kabul görmeme inancının toplumsal ilişkilere yansıyan bir yüzü olarak karşımıza çıkıyor çarpıtılan özgüven kavramı. Bu da doğrudan, özsaygı ya da öz değeri değil, kibir ve narsisizmi çağrıştırıyor.
Günlük sosyal deneyimlerinize daha geniş bir ölçekle bakın. İnsanların en temel hakkı olan var olma hakkını hiçe sayanlar kabul görüyor. Yüksek perdeden konuşmayanlar, yaptıklarını iyi pazarlayamayanlar ve yeterince ‘sahip olmayanlar’; düşkün olmak, ezik olmak, kendini ortaya koyamamakla etiketlenerek saf dışı bırakılıyor. Bu güçlülerin güçsüzleri dışlama hali, kültürel anlamda da pekiştiriliyor. Kişisel gelişim adı altında insanları özünde olduklarından başkaları olmaya zorlamak, bunu yapamadıkları takdirde yaşam hakları olmadığını ima etmek, özgüven savunuculuğundan çok zorbalığa benziyor.
Zorbalığı Özgüvenle Karıştırmak
Ünlü psikiyatr Engin Geçtan, İnsan Olmak kitabında özgüven eksikliğinin dayandığı temel değersizlik duygusundan bahsediyor. Değersizlik duygusu yaşayan insanlar diğer insanları ya kendinden üstün görür ya da aşağı, eşiti yoktur diyor Geçtan. ‘Kişi, değersizlik duygusuyla küçümsediği insanları kendine benzetir. Kendini reddetme olasılığı olan insanlara ise önem verir.’
Derinlerinde yer alan değersizlik duygusunu pırıltılı maskelerle kapatmaya çalışmak.. Bu ironik durum toplumda karşılığını kitlesel bir nevroz olarak buluyor. İnsanlar çoğunlukla kendine zorbaca davrananları özgüvenli sayıp itaat ederken, nezaketle yaklaşanları hiçe sayma eğilimine geçiyor. Anne-babalar, çocuklarını ‘sen de bir tane vuramadın mı’ diye kınayarak ‘özgüvenli’ olmaya zorlarken aslında zorbaca bir yaşama hazırlıyor. İçindeki değersizlik duygusuyla başa çıkmanın tek yolunun başkalarını ezmek, bunu yapamazsa bir zorbaya itaat etmek olduğunu öğrenen çocuklar büyüdüklerinde birer ‘güç sevici’ haline geliyor. Özgüven sanılan kavramın narsistik kitlesel bir patalojiye evrilmesi bu yüzden belki de.
Kişinin Varoluşundan Kaynaklı Doğal Bir Duygu Olarak Özgüven
Gelin özgüven tanımına tekrar dönelim. İnsanın cesaretle kendisi olmasını, her durumda kendini kabulünü, kendi gibi davranmasını sağlıyor özgüven. Bu duygunun özünde kendinden memnuniyet duyma ve mutluluk hali var. Sanıldığı gibi başkalarının kabulünü ve onayını aramaya değil, aksine kişinin kendi benliğinden onay alma durumuna karşılık geliyor.
Özgüvenin, öz değer duygusuyla yakından ilişkili olduğu akılda tutulmalı. Özgüven, kişinin kendisiyle ilgili gerçeklerle yüzleşebilmesi, kendini tanıması, onayı başkalarında değil de kendinde araması halinde pekişecek bir duygu. Birey, öz farkındalığı sayesinde özgüvenini kazanacak. Öz farkındalık, ya da kendini bilme ve tanıma hali ise gözlerini ötekine değil, kendine çevirmesiyle başlayacak.
Özgüven kavramının insanın doğumuyla kazandığı doğal bir hak olarak anlaşılması, her bireyin potansiyelini gerçekleştirebilmesine ve yaratıcılığına hizmet edecek. Öz değerinin farkında olan birey, kendini sadece kendi gözünden yeterli hissettiğinde beklenen toplumsal katkıyı özgüvenle gerçek anlamda sunacak. Aksi halde bu özgüven çılgınlığı, bireyi Hobbes’un orman kanunlarını tanımlayan doğa durumu analojisi gibi güvensiz bir iklimde yetersizlik hissiyle yaşatmaya zorlayacak.
Bir yorum
Geri bildirim: