Popüler Psikoloji Seküler Kadercilik mi Aşılıyor?
Psikolojinin bu denli popüler hale gelmesi travmalarla dolu toplumumuz için ne büyük bir şans olmalı, öyle değil mi? Psikolojik aydınlanma trendi sayesinde, örneğin eskisinden çok daha fazla sayıda insan çocukluğun tüm hayatı etkileyecek güçte ve değerde bir çağ olduğunu biliyor. Çocukluğunda yaşadığı istismarları, akran zorbalıklarını, kendini savunamadığı her durumu gözden geçiriyor. Çıkarımlar yapmaya çalışıyor, dönüşen kişilik yapılarını izlemeye alıyor.
Peki, ne kadarımız yetişkinliğimizde eriştiğimiz benlik halimizin sorumluluğunu alıyoruz? Ulaşılması artık çok kolay olan psikoloji materyalleri üzerinden kendimize bir bakış attığımızda gördüğümüz şeyle ilgili tutumumuz ne oluyor? Yüzleşme anımızın ardından yolculuğun yeni başladığının farkında mıyız? Aktif bir değişim stratejisine yönelerek eylemlilik halini mi seçiyoruz, yoksa öğrendiğimiz bilgiler ışığında gizli bir umutsuzluk ve kadercilik haline mi bürünüyoruz?
Seküler Kadercilik
Freudyen tarzda geçmişe bir bakış atmak çözümleme, anlam verme ve bilme hali için işlevsel elbette. Ancak kaderci kodlarla çizilmiş toplumsal kodlarımızın etkisiyle pozitivist Freud amcamızdan bize kalan miras, seküler bir kadercilik de olabilir. Şöyle ki, savunmasız bir çocukken, neredeyse edilgen bir özneyken irademiz dışında bize yapılanlar, irademizi kullanabildiğimiz yetişkinlik dönemimizi acımasızca etkiliyor. Sosyal çevreyle etkileşim biçimimizi de tanımlayan kişiliğimiz, kendine seçtiği etkileşim tarzlarıyla çocuklukta oluşan önyargılarını pekiştiriyor ve tam bir kısır döngüye düşüyor. Ve domino taşları gibi etkiliyor her kararımız bir diğerini.
İşte bu kısır döngünün, yani hep aynı hataları yapma, hep aynı ilişki biçimlerinde hep aynı karakterdeki aktörü oynama halinin başlangıç noktası nerede diye sorup öğrenmeye başladığımızda, kaynağın o edilgen çocukluk hatta bebeklik dönemine eriştiğini görüyoruz. Büyük bir haksızlığa uğramışlık hissine bürünüyoruz doğal olarak. Sonraki aşamada ise kaderci ve itaatkar kodlarla bezenmiş kültürümüzün de etkisiyle, Freudyen psikanalitik çözümlemeler karşısında, üstelik bu pek bir pozitivist anlayışla bile, böyle bir kadercilik hatası verebiliyoruz. Ve bu kadercilik, entelektüel çabalarımızla kolaylıkla seküler hale getirebileceğimiz bir kadercilik olabiliyor.
Benliklerimiz hep hayatta kalmaya odaklı zira. Kendi seçimimiz olmayan varoluşumuza bir sebep bulmak istiyoruz. Hayır, gündelik hırslarla dolup, sırf olamadığı için sahip olmayı seçen savunma mekanizmalarından bahsetmeyeceğim. Başa çıkmak için aşırı telafiyi kullanan ve gündelik başarılarla kendini oyalayan ve kendine doğru derince kazmadığı sürece narsistik sistem içinde halinden görece memnun olanları da konu etmeyeceğim bu kez. Seküler kaderciliği en güzel dışa vuran başa çıkma modlarından, küskün ve öfkeli çocuk modlarından söz edeceğim biraz.
Savunma Mekanizması Olarak Sağlıksız Çocuk Modu
Yetişkin dünyasının bir ferdi olduğumuzda bile hayal ettiğimiz yaşam alanına sahip olmadığımızı ve hatta böyle giderse olamayacağımızı gördüğümüzde büyük bir kayıp duygusu beliriyor içimizde. Yeterince saygı ve değer görmeden büyüdüğümüz ailelerimizi, coğrafya kaderdir sözünün o çok haklı güçlülüğünü, sosyal adaletsiz toplumsal yapıları, insanın Schumpeterci kötücüllüğünü düşünüyoruz ve tüm bunları değiştirmemizin mümkün olmayışını. Çıkış yollarını kapatan büyük anlatıları suçlamaktan kendi sorumluluğumuzun nerede başlayıp nerede bittiğini göremez hale geliyoruz.
Küçük bir çocuk annesine küsüp saklandığında nasıl bulunmak istiyorsa öyle saklanıyoruz bazen. Bir önceki ilişkimizde alamadığımız değer ve sevginin faturasını ödetmek için yenisine başlıyoruz. Hatta daha öncekilerinin faturasını da ve hatta çocukluğumuzda hak ettiğimiz ve alamadığımız her ne varsa onların faturasını da ödetmek için. Döngü devam ettikçe ve ödenmesi gereken hesap kabardıkça yaralarımızla güzel olduğumuza inandırmaya çalışıyoruz kendimizi kimilerimiz. Birer yara toplayıcı olup çıkıyoruz.
Ya da o küçücük elini savurup hesap soran öfkeli çocuğa benziyoruz, kendimize değil de değiştirmeye gücümüzün yetmeyeceği şeylere enerji harcarken kendimizi pas geçen. Böylece aslında birer yetişkinken çocuk duygusal yaşlarında olmayı seçiyoruz fark etmeden. Bu dengesizlik hayatlarımızı alt üst ediyor. ‘Ne biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmadığını’ diyen mistik yollara sapıp durultuyor içindeki öfkeyi bu kez de bazılarımız. Kabullenişi kadercilikle karıştırıp en büyük ‘dinsel’ kodlara sarılıyor en sekülerlerimiz bile.
Kaderci Kodlarımız
Kaderci kodlar var bizim toplumsal hafızamızda. Savunma mekanizmalarımız bile kaderci; seküler ve popüler maskelere bürüsek de özünde kaderci. Peki, nasıl kamufle ediyoruz kaderciliğimizi? Örneğin, öfke ve kıskançlıkla bakıyoruz başkalarına, onların bu halimizle bizi kıskandığına inanıyoruz çekinmeden. Kendimizden ve bulunduğumuz yerden memnun olmayışımız, kendi kendimize o söylenme anlarımıza yansıyor ancak bir yandan ‘cenneti hak eden doğuştan seçilmiş asil kanlı o üstün insanlar topluluğu’ olduğumuza inanıyoruz, böyle bir üstünlük payesini kazanmak için ne yapmış olabiliriz ki diye sormadan. Hep savunduğum gibi, kadercilikle narsisist bir seçilmişlik duygusu arasında sıkı bir bağ var. Bu açıdan kaderci kodlarımızın bizim yumuşak karnımız; dikkat etmemiz, farkında olup iyileştirmemiz gereken gelişim alanlarımız olduğuna inanıyorum.
Kaderci kodlarımız psikanalize merak saranlarımızı da etkisi altına alıyor çoğu zaman. Gerçek olan bitenle yüzleşme sürecimizin ardından ya küsüp saklanıyoruz, sorumluluğu hep bir başkasına atarak içimizi rahatlatıyoruz ya da savaş baltalarını kuşanıp yaşadıklarımızın acısını başkalarından çıkartıyoruz. Özünde narsistik motifler var her ikisinin de. Bu açıdan küskün çocuk modu her saklandığında bulunmayı hak eden biriciklik sunuyor bize. Başıma gelenlerin faturasını başkaları ödemeli diyen öfkeli çocuk modu da çok özel hissettiriyor bizi içten içe.
Özgürlük Korkutur mu?
Psikanaliz perspektifinden topluma bakan sosyolog Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış kitabında otoriter-ataerkil toplum çözümlemesinde, sadist iktidar-mazoşist halk ikiliğinin uyumuna dikkat çeker. Burada iktidarı Foucault gibi çok geniş anlamda kullanıyorum. İki kişinin olduğu yerde bir iktidar ilişkisi vardır nitekim.
Özgürlük yükünden kurtulmak isteyen birey diyor Fromm, bireysel beninden kurtulmak, kendini kaybetmek ister. Kayboluşunu başka kayboluşlarla birleştirip bir otoriteye ihtiyaç duyar. İtaat kültürünün köklü olduğu kültürümüzde bunu çeşitli formlarda aksiyona dökmek çok kolay oluyor. Çocuktan saygı değil de itaat bekleyen ve çocuğa saygı göstermeyen bir aile yapısı, itaat etmeyenin cezalandırıldığı bir toplum yapısına evriliyor doğal olarak.
Böyle bir yapıda özgürlük elbette ki Fromm’un iddia ettiği gibi korkulacak bir şey. Çünkü özgür olmak; kararların, eylemlerin, tüm yaşamın sorumluluğunu almayı gerektiriyor. Kendinden sorumlu olmaktan korkan insanın özgür olmaktan korkması bu anlamda şaşırtıcı olmaktan çıkıyor.
Fromm’un deyişiyle özgürlükten kaçmak için itaati ya da suçlamayı seçtiğimiz gibi, mikro ilişkilerimizde ve kendimizle olan ilişkimizde de kaçmayı ve bahaneler üretmeyi seçiyoruz. Toplumsal kodlarımızda mazoşizm var mı tartışmasına girmeden, kendimizle ilişkimizdeki mazoşizme dikkat çekmek istiyorum.
Konfor Alanı Olarak Kadercilik
Seküler kadercilik derken, kişisel tarihimizle yüzleşme aşamamızda popüler psikoloji materyellerinin bolluğunun etkisiyle içsel dönüşümümüz için yapmamız gerekenleri tamamladığımız algısından da bahsediyorum. Zira ‘evet şimdi anlıyorum neden böyle olduğumu’ dediğimizde zihnimiz bizi hemen çocukken hayatta kalmak için başvurduğumuz savunma mekanizmalarına götürüyor. Küsüyoruz ya da öfkeleniyoruz. Yaptıklarımıza bahaneler bulup meşru kılıflara sararak benliğimizi korumaya alıyoruz. Ancak yüzleşmeyle gelen bilme hali, bir sorumluluk da getirip bırakmıyor mu benliğimizin tam ortasına? Başkalarını suçlamadan, kabuğuna çekilmeden, ezilmiş egoları başkalarına haksızlık- zorbalık yaparak tatmin etmeye çalışmadan bir çıkış yolu yok mu?
Fromm’un analizinden hareketle; özgürce kendi kaderlerini çizmekten korkan toplumların sorumluluk almaktan korktukları için özgürlüklerinden vaz geçip mazoşistçe itaat eden toplumlara dönüşmesi gibi, bireyler de özgürlüklerinin sorumluluğunu almaktan korktuğu için farkında olmadan konforlu alan olan kaderciliğe sığınıyor, tabi ki çeşitli renklerde rasyonelliğe büründürerek. Geçmişin ve dış şartların belirleyiciliğine öyle iman ediyorlar ki, başka bir yolun mümkün olması imkansız gibi geliyor.
Hiç yapmak istemese de kendi çocukluğunda hissettiği değersizliği çocuklarına aktarmaya devam eden ve çocuğunda kendi çocukluğunu gören ‘bilinçli’ ebeveynler, akran zorbalığına maruz kalmanın acısını fark edip artık ezik olmaya son, zorbalık neymiş asıl siz şimdi görün diyerek dünyaya meydan okuyanlar, yapamam çünkü psikanaliz biliyorum, öğrenilmiş çaresizliğimin de farkındayım deyip köşesinde kendi kendini entelektüel tatminle oyalayanlar aslında hep seküler kaderciliğe boğulanlar.
Yetişkin yaşamın değişim ve değiştirme gücünü, seçme özgürlüğünü ve sorumluluğunu kaderci ve huzursuz bir konfor alanına değişenler karlı bir alışveriş yapmışa benzemiyor. Öğrendikçe kendi sorumluluğunu alması gerekenler ya popüler ‘ego geliştirme’ yollarına saparak narsistik sistemin daha işlevsel bir parçasına dönüşüyor ya da acılarını kutsayan bir kabullenişle seküler bir kadercilik içinde değişime imkan sağlayacak her türlü adımı reddediyor.
Yoksa Popüler Psikoloji Bir Keynes Aşısı mı?
İşte bu sebeple bazen popüler psikolojinin bilinçlendirme çabasını kapitalist sistemin devamı için bir aşılama tekniği olan sosyal refah devlet savunucusu Keynes’in politikalarına benzetiyorum umutsuzca. Sovyet Rusya’nın sosyalist politikalarının etkisiyle yükselen sosyal devlet taleplerinin kapitalist ekonomik sisteme tehdit oluşturması nedeniyle ABD ekonomisi, toplum-devlet ilişkisinde Keynes’in toplum lehine getirdiği düzenlemeleri seçmiş, sistemin özüne aykırı görünen bu tavizler, sistemi daha da güçlendirmişti.
Travmalarla boğuştuğu hem gündelik ilişkilerde hem de makro anlatılarda fazlasıyla görünür hale gelen toplumumuzda popüler psikolojinin bu denli pompalanması, değişim ve özgürleşme için bir çıkış yolu arayışından ziyade bir nefeslik dinlenme, bir aşıyla tazelenme amacına hizmet ediyor da olabilir. Böylece mazoşist-sadist kutuplarda devinen iktidar ilişkilerinin devamı daha uzunca mümkün kılınabilir. Umuyorum bu düşüncem pesimist bir önyargıdır. Ve umuyorum ki total ve bireysel psikolojik aydınlanma, tüketim kültürünün bir metası haline gelmeden ve de gerçek bir sorumluluk duygusuyla birleştirilerek somut değişimlere ve gerçek bir özgürleşmeye yol verir.
Görsel: Lucio Arantes