şema öyküleri
ŞEMA ÖYKÜLERİ

Ayaklarının Ucuna Basa Basa

‘Herkesin hayatını bir cümleye sığdıracağı bir tema vardır ve fakat bilmez çokları bunu’ dedi. Yağmurlu hava fonunda izbe bir balıkçı barınağına daha çok yakışıyor gibiydi alçak ses tonu, ağır çekim tavırları. Hakkını yemeyeyim, aforizmalardan araklama cümleleri sosyal medyanın beğenisi bol hesaplarının o kendine has meşruluğunda bile iğreti bulurum ama bu gibi laflar ondan geldiğinde kulağımı tırmalamıyor işte. Yakışıyor demiyorum, içini dolduruyor.

‘Neymiş senin teman?’ diye sordum; cevabı merak eden bir sorudan çok eleştirel bir indirgemecilikle. Cümle ağzımdan çıktığı anda büründüğü tondan, taşıdığı duygudan ötürü mahcup oldum. İnsanın aynı sözcüklere üflediği ruh, gırtlak ve diş yapısıyla mı şekillenir yoksa zihin ve kalp yapısıyla mı, karar veremedim. ‘Ayaklarının ucuna basa basa yaşanan bir ömür, başka n’olacak ki?’ diye tısladı. Bir bakışımdan anlar içimden ne geçirdiğimi. Hadi o kadar da abartmayayım; olumlu mu olumsuz mu düşündüğümü şıp diye anlıyor işte, bundan eminim. Paul Ekman’ın Türkiye temsilcisi.

Yüzümdeki minik kasların her hareketini gördüğünü, sesimi görünmez bir X-Ray cihazından geçirdiğini, gözlerimde benim bile farkında olmadığım çeşitli tonlardaki enerji halelerini ölçtüğünü düşünüyorum bazen ama renk vermeyip şakaya vuruyorum. Gerçi umursamaz mizahımın arkasında konuşan bazen öfkeli bazen küskün bu çocukla benden çok önce dostluk kurduğundan eminim. ‘Gücünün yetmediği yerde itilip kakılan, hırpalanan biri olmaktansa kenara çekilmek, bazen görünmez olmak..En azından insanlık onuru adına..’ diye devam etti çok bilmiş Bay Ekman.

                                                          ***

Bu adamla neden dostluk kuruyorum, bilmiyorum. Belki de bunu öğrenmek için yanına gidip geliyorum. İnsanın içinde uğuldayan yaralar açmaya bayılıyor. Bir gün oturdum ve düşündüm ciddi ciddi: Ne diye görüşüp duruyorum bu karamsarla? Abartmıyorum, insanlık adına müzmin karamsar güruh arasında açık ara öndedir ve hatta bu kalabalık grubun bayrak sallayanıdır kendisi. Yanına her gittiğimde sanki üzerinde yargılayıcı bir bulut olur, hem öfkeli hem sakin. Konuştuğu kişi için mi, içine doğduğu dünya için mi yoksa kendisi için midir bu bulut, bilmiyorum. O bulut öfke ve sükunetle harmanlanan bir renk olur; biraz gri, biraz açık kahverengiyle karışık ama muhakkak beyazla seyreltilmiş bir renk.

Hani kimileri içine içine konuşur da söylediğinden bir şey anlamazsınız ya, bizim Ekman da içine içine yaşıyor bu hayatı. Öyle bir bakıyor ki insana, aslında dolu dolu küfretse rahatlayacak; o ise atar öfkesini içine, birkaç çağ öncesinden kalmış ruhuna sarıp getirdiği simya ilmiyle gizli bir mahzende havanın içine koyar, ezer ezer, birkaç damla akıtır damlalıklı şişesinden, sonra da bir güzel tütsüleyip koyar önünüze. Beğenip beğenmediğinizle ilgilenmez bile.

Ne diye gidiyorum bu karamsarın yanına deyip deyip yine gidiyorum. Karamsarlığının yanında kendimi bile hayata karşı umut dolu biri gibi tanımlayabiliyorsam eğer, kendi karamsarlığıma panzehir olsun diye gidiyorum belki de. Ekman gibi biri bile yaşayabiliyorsa bu hayatta, ben neden yaşamayayım diyorum. Başkalarının başına gelen kötü şeyleri duyup şükretmeyi seven bir toplumun çocuğuyum ben de ne de olsa. ‘Hep senden daha kötü durumda olana bakacaksın ki elindekilerle mutlu olabilesin’. Zihnimde uçuşan bu ebeveyn cümlesi hangisinin acaba? Annemin mi yoksa babamın mı? Hatırlamıyorum ama Ekman duymasın diye gözlerimi hiddetle devirip silmeye çalışıyorum sarkaç gibi gidip gelen bu ebeveyn kokan cümleyi.

Çarçabuk deviriyorum gözlerimi çünkü onun dünyasındaki iksirli, tılsımlı laboratuvarından çıkan sonuçlardan kimse bir şey anlamazsa da, o sizin içinizde ne varsa bilir. Hatta bazen sizin bile farkında olmadığınız şeyleri söyleyiverir. Size ait olan bir şeyi sizden daha iyi bilen biri. Balıkçı barınağındaki Zen ustası. Kap kacağını satan bilge. Ekman tüm sıfatları savuşturur ama ona Bay Ekman dememe ses etmez. ‘Sana ait olan bir şeyi bilmem mümkün değil’ dedi geçen sefer. ‘Dışa vurduğun anda sana ait olduğunu düşündüğün her şey artık bir kamu malı. Yansıyor, dışarı taşıyor, farkında değilsin’. Böyle buyurdu Bay Ukala.

                                                             ***

Çocuklaşıyor muyum bu adamın karşısında bilmiyorum. Kaç yaşına gelmiş adamım nihayetinde amma velakin herkesin içinde en az üç çeşit çocuk bulunur demişti terapistim. Mutlu ve meraklı çocuk, öfkeli ve asi çocuk ve de kırılgan ve küskün çocuk. Üçünü de yaşıyorum Ekman’ın yanında. Güveniyorum ona ama bir yetişkin gibi değil. Kötülüğün bu kadar farkında olup ve de kötülük ölçer dedektörleri bu kadar açık olup üstelik, bir yargı bulutu içinde de olsa var olması bana cesaret veriyor galiba. Onun Ekman olduğuna öyle inanmışım ki, en çok kendimi tanımak için gidiyorum yanına bence. Evet, fazla faydacı oldu bu tespit, ben de yakıştıramadım kendime ama şimdi bunun vicdanını yapamayacağım. Ekman beni benden daha iyi tanıyor gibi yapıyor ama bir türlü beni bana anlatmıyor. Eski karımın narsisizminin o kör gözlerinin önüne geçmiş, gör lütfen beni hadi gör diye yalvarıyor gibi hissediyorum bazen bu bekleyişimi, bu talepkarlığımı. Bazen de kulaktan dolma sufi hikayelerdeki müritlere benzetiyorum kendimi. Hemen cık cıklayıp atıyorum bu fikri kafamdan. Benim gibi özgürleşmek için çok şeyini feda etmiş bir adamın her hangi bir bağlanma türünü kabul etmesi mümkün değil diyor entelektüel zihnim. Yine de mazoşistçe bir tat onunla vakit geçirmek. Cevizin ağızda bıraktığı kekremsi tat gibi. O tat gitsin diye bir ceviz daha yuvarlamak ağzına ama ah yine o son tat. Saçmasapan bir döngü bu. Ekman’a söylesem ‘ağzındaki tada değil, yediğin cevizlere bak’ filan derdi sanırım ama ebeveyni için hayal kırıklığı olmamak için susan bir çocuk olup ses etmiyorum.

Ekman gerçekten garip bir adam. Hani bu dünyaya ait değil deyip kestirip atmaktan tanıma şansını kaçırdıklarımızdan. Gerçi bu dünyaya ait olmadığını kendi söylediğinden o kestirip atmanın vereceği vicdan azabından da kurtarır beni sağolsun. Onu günlük hayatta hiç görmediğimden olsa gerek, Ekman’ı biz faniler gibi fatura öderken, ayaküstü yemek siparişi verirken, işyerinde plaza İngilizcesi konuşup sersem ve arkadan iş çeviren bir nezaket takınırken ya da yakın ilişkilerinde ilkel egosunu en lümpen haliyle saçıp savururken tasavvur edemiyorum. Bu dünyaya ait olmamak böyle bir şey belki de.

Bitcoin çakıldı, dolara yöneldik; geçen yıl bizimkiler sevmedi Marmaris’i bu yıl organik tarım kampı için Şirince’den yer ayırttık; ben de üzülüyorum tabi sokak hayvanlarına ama başıboş geziyorlar, çocuklarımız tehlikede; geri dönüşüm işçilerini çevreci bulup destekliyordum ama baktığında çöpümüzü çalıyorlar aslında; bilmem kimin derin dekolteli paylaşımını konuştular bütün gece; nasıl giydirdi lafı adam; az kaldı, gidiyorlar.. Saydıkça gülesim geliyor.  Bu cümleleri Ekman’la birlikte asla kuramam.  

                                                                 ***

Ayaklarının ucuna basa basa bir yaşam gerçekten de onunkisi. Bohemliği kendinden menkul; sıradan varoluşunu gizleyen bir maske değil, fark edilmek için giydiği. Aksine, mümkün olduğunca görünmemeye çalışıyor. Tutunamayanların kendine has zavallı kibrini de göremedim onda, yeni tanıştığımız günlerde ne kadar arasam da. Yanlış zamanda geldiklerini iddia ettikleri dünyanın yüzeysel denklemlerine ayak uyduramadıkları için sistemi reddediyor gibi yapanlardan değil. Yaşadığımız sistemin kodlarını gerçekten anlamıyor. Başka türlü çalışıyor onun kafası. Toplum makinesinden çıktıkları için bin yıl uğraşsalar da doğa durumundaki hallerine dönmeye, yine de başaramayacak olan kirlenmişlerden değil. Kendini sevmeyi kendine hayran olmakla karıştıran bizler gibi de değil. Adam özünde seviyor kendini. Bu doğal yabanilik, doğal bir iyilik de getirmiş ona. Yontula yontula iyiliği öğrenmiş, onu da taşralı bir tüccar gibi dümdüz ‘peki ben bu işten ne kazanıyorum’ diye yanlış öğrenmiş açgözlülerden hiç değil.

Öfkeli çocuk yanım en eleştirel ebeveyn rolüne bürünüp dile geliyor onun önünde bazen. Zayıf, kemikli yüzünün içine kaçmış gözlerini çekip çıkartmak istiyorum yuvalarından. ‘Bak işte senin gördüğün gibi değil hayat. Biraz da içinden değil, dünyadan bak hayata. Dünya içine sırlar saklanmış, bulanın da ödüllendirilip bu cehennemi cennet yapmanın anahtarını kazanacağı bir yer değil. Sen istediğin kadar zarar verme başkalarına, burası böyle ve değişmeyecek; o yüzden sen bir fazlalıksın, daha önce kazara buraya gönderilen herkes gibi. Varlığın bu dünyanın düzenini bozuyor, ayarlarıyla oynuyorsun, yapma’ demek geliyor içimden.

Ekman asıl benim ayarlarımla oynuyor, bunu iyi biliyorum. Biliyorum çünkü ben de telafide aşırıya kaçanlardanım. Çocukluğunda yapamadığı şeylerin acısını büyüyüp bir yetişkin olunca o ya da bu şekilde fazlasıyla çıkartıp içten içe ruhunu kemale erdirdiğine inanan herkes gibi ben de çocukluğumda öğrenemediğim hayat bilgisi dersimi tüm kaynaklardan ezber ettim. Hayata dair geç de olsa öğrenmeye çalıştığım temel denklemleri sindirmek, üzerine kat kat filtre uygulaya uygulaya tanınmaz hale getirilen yüzümün aslını bulmak, ruhumun bir kısmını ehlileştirip bir kısmını olduğu gibi bırakmak arasındaki dozu ayarlamak, hem benliğimi korumak hem de uyumlanmak adına verdiğim savaşların hepsini geçersiz kılıyor bu adam. Onun varlığı, ait olmaya çalıştığım her ne varsa hepsinin toplu reddiyesi gibi.

                                                         ***

‘Varlığını reddettiğin bir şeyle nasıl savaşabilirsin ki? Bir pasif direniş ya da sessiz devrim için bile bir anti’ye ihtiyacın var,’ diyecek oldum. ‘Yeni bir sentez için başta saçma bir tezi mecbur kılan bu antitezciler yüzünden bekleyip duruyoruz geçip gitmesini zaten çalıp çırpmaya dayalı bu düzeni. O yüzden, savaşmak isteyen kim zaten,’ diye yanıtladı Ekman.  ‘Hem kazanamayacağım savaşa girmem ben. Güçten ve kendiliklerinin ilanından başka bir şeye karşı duygu geliştiremeyen insanlar için mi savaşayım. Hizaya girmeleri uğruna onca insanlık mirası tüketilen ve yine de hepsine yüz çeviren, bindikleri dalı kesip o dalı satma peşinde olanlar için mi?’

İşte Ekman ve karanlık bulutları. İçindeki yabani iyiyi görmesem, varoluşun peşine düşüp anlam anlam diye yollarda anlamsızlıktan bitap düşüp ölen nihilistlere benzeteceğim onu. Ama Ekman onlardan değil. Herkes kusurlarını süsleyip dünyaya bir lütuf gibi sunmaya çalışırken o insanlığından getirdiği önemsiz kusurlarının dünyayı kirletmesinden korkuyor. O yaşasın diye ölecek olanların ölmemeleri için yaşam alanını bu kadar daraltan biriyle tanışmadım daha önce. Vegan hassasiyeti bir yana, adam dalından kopardığı elma için ağaca teşekkür ederken düşürdüğü yapraklar için de özür diliyor. Sadece karbonmonoksit saçıyor diye değil, önüne çıkacak bir hayvana zarar verme olasılığı yüzünden taşıt kullanmıyor. Kazara kör sinekleri yutup öldürmemek için maskeyle dolaşan Caynistlerin hassasiyeti var adamda.

‘Hindu pasifizmi seninkisi’ deyiverdim. Güldü. ‘İlla bir kategoriye sokacaksın her şeyi değil mi, başka türlü anlayamazmışsın gibi bu dünyayı. Her şeyi etiketleyip korumaya alıyor zihnin seni. Öğrenmek dediğimiz şey o yüzden kendini tekrar eden bir eylem. Yaratıcı değil, doğal hiç değil. Gözlemiyorsun, olanı var olduğu şekliyle kabul etmiyorsun. Kendin yaratmak istiyorsun her şeyi. Kendi istediğin gibi olsun istiyorsun çünkü. Üzülme, bu ne kadar post döneme geçmeye çalışsalar da modernizmin tüm çocukları için böyle.’

‘Şeceryan aç’ diyor gözleriyle telefonumu gösterip. Her zamanki gibi usulden soruyorum, babasını mı oğlunu mu diye. Büyük mü küçük mü açayım gibi bir şey bu ritüel, her sohbetimiz öncesinde. ‘Hümayun’u’ derse perküsyon ustası Ekman da sahne alacak, konuşmadan önce ritmini yayacak etrafa. ‘Tanrı’yı öldürdük hadi, özgürleştik mi peki? Hiç sanmıyorum, herkes tanrı oldu. Üstelik bu tanrılar her şeyi kendilerine hak görüp diğerini saf dışı bırakabilmek için tanrıdan daha kurnaz bahanelere sahip. Ömrünü kendine ve yaşadığı dünyaya karşı sabotaja adamış herkes.  Dinin araçsallaştırıldığı gibi akıl da araçsallaştı. İnsan ne yapıp edip sorgusuzca tapacağı bir şey buluyor kendisine. Bir türlü vaz geçmiyor putçuluktan. Bu kadar işte insan.’ Böyle işte birkaç cümle, ardından sessizliğe bürünüp Ekman usulü meditasyon yapacağız. Asıl muhabbet o zamana rezerve.

***

Ekman’la tanıştığımızda sosyal izolasyon dönemindeydim. Hayata dair bildiğim her şey için sınav verdiğim bir dönemden yeni çıkmıştım. Böyle dönemlerim sonra da oldu. Ama ilkin o zaman fark etmiştim. Hayat bir imtihandır diyen din klişelerinden farklı olarak hayatın belli aralıklarla insana öğrettiği şeyleri sorduğunu. O zamana kadar sınavlardan hep geçersiz not almış olmam lazım ki sınav soruları farklı olsa da yine hep aynı yerden gelmiş ve ben bu duruma oldukça içerlemiştim. Ekman’ın felsefi düzlemi kadar katı sınırları olmasa da benim de doğrularım vardı hayatta ve ben hayata uyumlanmak adına bu doğruları farklı şekillerde performe etmeyi öğrenmiştim. Yaşadığım ülkenin temelde aynı basit kodları olduğunu biliyordum örneğin. Makbul öncelikliler, ne yaparlarsa yapsınlar hep haklı olanlardı. Amerikan filmlerinde politik doğruculuk gereği sıklıkla vurgulandığı gibi, bizde de beyaz ve siyah ayrımı vardı. Yasalar aksini söylese de makbul olan sosyal grup eşitler arasında birinciydi. Döngüsel olarak makbul olan değişime uğrasa da temelden eksik kalmış eşitlik ilkesi adaleti de bozmuştu. O zamanlar ülkenin her açıdan beyazını oluşturan sınıfına dahil olsam da bu verilerin doğuştan gelen özellikler olduğunu ve benim bunlarla ben olamayacağımı düşünüp siyahların tarafını tutmaya başlamıştım. Benlik arayışım da böyle gelişti biraz. Beyazın reddiyesi olarak siyah ben. Bir şeylerin aksi olmak o şeyi yaşatır diye bir cümle gelmemiş aklıma o zaman. Babasının hatalarından dolayı mutsuzluk içinde büyüyen bir çocuğun ne olursa olsun babasının tam aksi tutumları hayat anayasası haline getirmesi gibi bir şablon oldu kafamda bu toplumsal düzene karşı. Ama öyle bir gün geldi ki, nefret ettiğim şeyler olmadan yaşayamaz hale geldim. Emerson’un dediği gibi, neyi düşünüyorsak ona dönüşüyoruz galiba. İçimdeki düşmanlıktan kendimi göremez hale geldiğim bir dönemde tanıdım Ekman’ı. Düşmanıma bilenerek onu yücelttiğimi de bana öğreten odur.

                                                          ***

Ekman’la konuşurken sözlerimi tartıp tartıp söylemem yetmiyor. Beden hareketlerim, ses tonum, jestlerim ve kontrol edemediğim mikro ölçekteki mimiklerimle kendimi doğru anlatmaya çalışıyorum. Bu durum beni fazlasıyla zorladığında onun zaten ruhumu okuduğunu bilmek iyi geliyor; bırakıyorum kendimi, olduğu gibi çıktı vereyim diyorum madem kamu malı tüm yapıp ettiklerimiz. ‘Dünya hassas kalpler için zor bir yer’ demek geliyor içimden, başkası olsa söylemem. Zira kelimeler uzay boşluğundaki anlamsızlıklarına inat, yeryüzünde onları duyanlar kadar çok çeşitte şekle bürünüyor, öyle değil mi? Girdisi çıktısı derken senden bir parça olmuyorlar artık sen dile getirdikten sonra. Kimse kimseyi anlamıyor bu sebeple zaten. Ekman beni anlıyor. O yüzden buradayım.

Hassas kalpler ve zor, bu iki tanımlama da cinsiyet etiketli. Kadınlara rezerve edilmiş gibi sanki. Ekman’a göre öyle değil. Buna sığınarak savuruyorum cümleyi, tonuna çıkışına bakmadan. ‘Dünya hassas kalpler için zor bir yer.’ Ataerkinin gardrobundan erkeklik şekillerinden birini seçip giyiyoruz her gün. Cinsiyetçi olunacaksa merhamet en çok erkeklere yakışır aslında. Ama erkeklik için biçilmiş kıyafetleri denemekten insanlık için biçilmiş kıyafetleri giymeye fırsatımız olmuyor. Ekman’la farkımız bu. Onun reddedip benim incelikli de olsa uyum sağlamaya çalıştığım kodlar özgürlüğümü de varlığımı da daraltıyor.

                                                             ***

‘Ne çok şey veriyorum insanlara’ demiştim terapist koltuğundaki ilk günümde. ‘En çok da özgürlüğümü.’ İlk tanışmalarda o beni çepeçevre sarıp dışa doğru genişleyen kaygısız tavırlarım sonrasında yerini aşama aşama içe kapanmaya bırakıyor. Bilincimde bu kadar çok etkeni hesap etmem mümkün değil, ama bir şeyler oluyor ve ben ilerlemektense geri adım atıp silikleşiyorum, her seferinde daha da küçülüyorum.  EMDR’la devam etmiştik. Travmalarım silikleştikçe zihnimde bir yerlerde Tabula Rasa’laşmaktan doğan bir rahatlama, üzerime yakıştıramadığım bir umarsızlık ve özgürlük olduğunu düşündüğüm bir uçuşma hali peyda olmuştu. Bu durum sonra yerini korkuya bıraktı. Bir de çocuksulaşmaya. Kesin fikrimin olduğunu düşündüğüm konularda bile o kadar da hızlı karar veremiyordum ve bu aslında hem iyi hem kötüydü. Ekman’la işte o dönemde rastlaşmıştık. Hiç adetim değilken bir yabancıya uzun uzun içsel dünyamda dönen bu Ali Cengiz oyunlarını anlatıvermiştim bir bir. Sakince dinlemiş sonra da ‘tüm o istemediğin duyguları silikleştirmişsin belki ama yerine koyacak bir şey bulamamışsın,’ demişti. ‘Doğru da yanlış da olsa kendimizi korumak için bir duygu geliştiriyoruz dış dünyaya karşı. Seni sınırlandıran şey, aynı zamanda seni koruyan şey oluyor ve ondan vaz geçemiyorsun. Değiştirmeye kalktığında önce çırılçıplak kalıyorsun. Senin anlattığın tam da böyle bir hal.’

Tam da öyle bir haldi. Ya da ben öyle inanmak istemiştim ki, sonrasında karamsar bulutlarına rağmen Ekman’ın yolunu aşındırmaya devam ettim. Sözleri ağır geldikçe eski zihin bohçamdan bazen mizahla bazen yergiyle karışık olanları çıkartıp benliğimi savunsam da, onun yanında güvenle deneyebiliyorum yeni kıyafetlerimi. Ekman böyle biri işte. İçinizdeki her türlü çocuğun kendini güvende hissedebileceği biri.

‘Hindu pasifizmi değil,’ diye devam ediyor yanına kıvrılıp ona sokulmuş kediyi alarak göğsüne bastırırken. ‘Kalp atışlarını dinlediğimde önce kendime bakıyorum ne hissediyorum diye. Elimde bir can var. Teslim olmuş ve bana güvenmiş. Sonra hemen onun ne hissettiğine bakıyorum. Korkmuş mu, sakin mi, mutlu mu? Onlar maskelemez duygularını. Akıl oyunlarıyla ince hesaplar da yapmazlar. Sonra kedi ve ben nasılız, nasıl bir temas biçimindeyiz ve bu temasın bize söyledikleri neler. Sadece sen konuşmuyorsun, diğeri de konuşuyor ve siz konuşuyorsunuz. Bu bileşenlerden ötekini dışarıda bıraktığında hükmedicisin. Kendini dışarıda bıraktığında ise köle. Dış dünyayla ilişki gerçek temasta saklı.’ 

                                                             ***

Ya kendimize ya ötekine odaklanıyoruz bu hayatta. Teması kaçırmak bu. Hayatı kaçırmak gibi bir şey, tam da hayatı yakalamak bahanesiyle. Narsist eski karımın görmeyen gözleri önünde ‘beni gör’ diye yalvarışım tüm dış dünya için mi geçerliydi yoksa? İnsanların önüne geçmiş, bakın ben de sizden biriyim, kabul edilebilir ölçütlerde ve uyumluyum. Toplum olarak sizin belirleyip benim de sadece itaat ettiğim şu ölçütlerde hani. Ağzımdan çıkan her cümle tam da sizin istediğiniz gibi. İşim, günlük hayatım, vatandaşlığım, erkeklik biçimlerim, tüm yaşamım tam kıvamında. Ve ötekinin gözünün içine baktıkça küçülüp daralıyorum. O kadar küçülüp daralıyorum ki, varlığım yok olup gitmesin diye ayaklarımın ucuna basa basa yaşıyorum. Ekman değil ayakların ucuna basa basa yaşayan. Benim.  

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir