sınırlar
DEVEKUŞU TERBİYECİSİ,  PSİŞİK HALLER

Sınırlar Kevgire mi Döndü?

Uzun yıllar akademide siyaset ve uluslararası ilişkiler çalışmış biri olarak, göç ve göçmenlik konuları üzerinde mesai harcayan ve üstelik yakın genetik kodlarında göçmenlik taşıyan biri olarak, saman alevi gibi bir yanıp bir sönen ‘kevgire dönen sınırlar’ feryatları üzerine kendi felsefemi yazmak istedim önce. İçinde uluslararası hukuk, politik omurgalılık, sosyopolitik perspektif ve de göç psikolojisi unsurlarını barındıran bir yazı niyetiyle oturdum sınırlar üzerine yazmaya. Sonra, savaş yılları öncesinde Suriye’ye yaptığım bir seyahatten şehirlerarası bir otobüs firmasına ait basit bir otobüsle dönüş yolculuğumdan bir anı geldi aklıma. Kara yoluyla siyasi hudut geçtiyseniz o hissi bilirsiniz. Hele iki ülke arasındaki ilişkiler bahar mevsimindeyse ve de gevşek protokoller güler yüzle uygulanıyorsa, her iki tarafta sınıra yakın insanlar birbirlerine fazlasıyla benziyorsa, ‘uluslararası’ reel politiğin soğukluğuna harcadığınız mesai hiç de hayattan gelmez size. Çünkü bu reel politik hiç de reel değildir.

Reel politikte; gerçek hayatın içindeki insani ilişkiler gitmiş, onun yerini çıkarlar doğrultusunda maskelere bürünmüş, konjonktürel hesap makinesini eline alarak tüm kuralları baştan yazan soyut ama gücü elinde bulundurduğu için yaptırım sahibi aktörler almıştır. Bu soyut ama çok güçlü aktörler bir şeye iyi derlerse o şey iyi olur ve etrafında toplaşan sempatizanlardan başlayarak dalga dalga yayılır haber ahaliye, yani somut ve gerçek aktörler olan bireylere. Sonra hesap makineleri farklı bir sonuç elde eder, bu kez o şey kötü olur. Haber hızla yayılır yine. Bu kez kötülük ve nefret şarkıları yayılır merkezden periferiye, dalga dalga kuşatır tüm iklimi. Medya en işlevsel ulaktır. Ol der, olunur ve öl der, ölünür. Kendi fikrimiz mi? Biz onay arayıcı bir toplumuz. Gözümüz hep kendimizden başkasında. En çok da güçlü kimse onda.

İşte bu sebeplerden ötürü akademik alanımı sosyal psikolojiye kaydırdığım gibi sınırlar üzerine politik altyapıda tasarladığım bu yazının motivasyonu da odağı da sosyal psikolojiye kaydı. Soyut ama güçlü aktörlerin yarattığı her gündem, nasıl ki somut ama onay arayıcı aktörlerin bir süre yoğun mesaisini alıyor ve sonra hiçbir şey olmamışçasına unutuluyorsa sınır güvenliği sorunu gündemi de bir süre sonra günlük hayatta unutuluverdi. Konunun sosyolojik derinliğinin farkındayım, indirgemecilik de yapmıyorum. Anlatmaya çalıştığım şey şu ki, hayatımızı her gün her saat farklı yönlendirebilme yeteneği olan biz; etken, somut, kanlı canlı aktörler neden makro ölçekte etkimizin çok düşük olduğu politik sınırlar kadar kendi mikro ve de çok sahici sınırlarımız üzerine mesai harcamıyoruz? Politik sınırların korunması üzerine yapılan tartışmalarla benlik sınırlarımız arasında bir bağlantı, bir benzeşme kurulabilir mi?

‘Sınırlarını Koruyamadığın İçin Oluyor Hep Bunlar’

Sınır, bir şeyin başlayıp bittiği yer olarak tanımlanabilir genel olarak. Ulusal sınırlardan geçiveren göçmenlerin sizi rahatsız ettiği kadar benlik sınırlarınızdan geçenler de rahatsız ediyor mu? Yoksa normal zamanlarda alışageldiğiniz hayatınıza devam ederken, kaygılarınız ve endişeleriniz arttığında, beslenme bozuklukları ayyuka çıktığında, takıntılarınız nüksettiğinde, yani bedeniniz ihlal alarmları çaldığında mı sınır güvenliğinizi gündeminize alıyorsunuz; tıpkı sınır ihlalinin yansımaları somut sonuçlara neden olmadığı sürece durumdan herhangi bir rahatsızlık duyulmadığı gibi.

Sosyal bir ortamda yaşadığımız sürece insan ilişkilerimiz, iletişimimiz devam ediyor. Her iletişim, özünde sınırlarımızın içine bazı şeyleri alıp bazı şeyleri dışarıda bıraktığımız bir alışveriş gibi. Bu alışverişin sağlıklı ve adil olabilmesi için öncelikle nasıl bir yapıyı koruyoruz onu bilmemiz gerek. Diğer bir deyişle bizim için neyin iyi, neyin kötü olduğuyla ilgili bir fikre, bir benlik bilincine sahip olmamız gerek.  Kendini tanıyan, değer yargıları oluşmuş, kendi iç sesini dinleyebilen biri olmamız, dengeli bir ruhsal yapıya sahip olmamız gerek. Çocukken duygularını tanımasına, yaşamasına ve göstermesine izin verilmeyen biri, yetişkin olduğunda illaki duygularla ilgili sorun yaşar. Duygu yönetimi olmadığı için iletişimde problemler baş gösterir. Bu sorunlar tüm topluma yayılır ve oradan soyut ve güçlü aktörlere, o aktörlerden de tekrar topluma yansıyan acı verici ve tutarsız bir kısır döngü yansıması ortaya çıkar. Kimsenin kendini ve ötekini tanımadığı, benlik sınırlarının iç içe geçtiği ve sorumluluğun ateşten bir top gibi oradan oraya atıldığı tuhaf bir yapı belirir. Toplum mu birey mi ikileminde; toplumu oluşturan birey ve bireyin sorumluluğu ekolünden biri olarak benlik sınırlarının bizim toplumumuzda çok daha sık gündemde olması gerektiğine inanıyorum.

Sınırlar Sorumluluktur

Sınır koymak neden zor? Fiziksel sınırları kolayca çiziveriyoruz da, benlik sınırlarımızı çizmekte neden bu kadar zorlanıyoruz? Kabul edelim, içine doğduğumuz toplum benlik sınırlarını öyle aman aman kutsayan, alkışlayan hatta bu sınırlara saygı duyan bir yapıda değil. Davetli olduğunuz ama gitmek istemediğiniz bir yere ayıp olmasın diye mazeret mi belirtiyorsunuz yoksa basitçe canım istemiyor diyebiliyor musunuz? Üst üste yardım talebinde bulunan bir tanıdığınızın aramasına çeşitli bahanelerle dönmediğiniz oluyor mu sırf küsüp kırılmasın diye, yoksa net bir şekilde bu kez yardım edemeyeceğim diyebiliyor musunuz hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymadan? Yerleşik kültürümüzde birisini öyle sırf canımız istemediği için geri çevirmek ayıp, fedakarlık yapmamak bencillik, arkadan konuşmak durum değerlendirmesi ama yüzüne dobra dobra söylemek kabalık olarak kodlanmış. Etrafta kulağımıza dolan o kadar çok ses, öyle çok yönlendirme cümlesi var ki, kendi sesimizi duyamıyoruz. Akıl veren seslere öyle çok alışmışız ki biz ne hissediyoruz, ne istiyoruz diye sormuyoruz bile. Kendi sesimiz çok da güven telkin etmez hale geliyor bir süre sonra, tekinsizleşiyor.

Sınırlarımızın oluşması için doğru ve yanlışı ayırt etme yetimizin gelişmesi gerekli. Ancak, daha küçücük bir çocukken üşüdüğümüzü de acıktığımızı da bizim yerimize bilen annelerimiz, toplumda iyi anne olarak etiketleniyor. Çocuklarına tercih hakkı verenlerse yadırganıyor. Daha kaliteli eğitim alan kuşaklar bile sadece çocuğu için neyin daha iyi olabileceği konusunda daha gelişmiş ve komplike fikirlerle donanıyor. Benlik sınırlarının oluşmasının değil de, anne babanın gözünden neyin daha iyi olabileceği konusunda bir yarış var.

Kendisi için en iyiyi bilen birilerinin olduğu güveniyle hayata hazırlanamayan çocuklar büyüdüklerinde yine kendileri için en iyiyi bilecek arkadaşların, partnerlerin, influencerların, liderlerin peşinden gidiyor. Sorumluluğun hep başkalarında olduğu rahatsız bir konfor alanında itaati “iyi çocuk” olmak olarak gören, kişisel özgürlük alanını başkalarının eline teslim etmeye meyilli boyun eğiciler böyle yaygınlaşıyor. Nasılsa hayatımızın nasıl olması gerektiğiyle ilgili bizim yerimize karar vermeye fazlasıyla hevesli pek çok insan, pek çok yapı var.

Sınır koymak etken olmayı gerektiren yorucu bir süreç. Bedellerini bizim ödediğimiz seçimler yaptığımız alanda özgür oluruz. Bedel ödemek yerine edilgen bir konforu tercih ettiğimizdeyse karşılığında benlik sınırlarımızı takas etmemiz gerekiyor. Hep söylüyorum: Bu bir delilik sözleşmesi. Üzücü olan o ki, bu durum uyumlu olmak üzerine yaratılan mitlerle normalleştiriliyor. Farklı olmak, kendin olmak gibi harekete geçirici kavramların bile -piyasa koşullarında tüketim kültürünün malzemesi yapılarak- içi boşaltılıyor. İnsana dair her şeye, ‘oraya kaç kattan kaç daire dikilir biliyon mu’ kafasındaki rantçı müteahhitler gibi bakılıyor. Öyleyse diyor böyle bir ortamda somut ve onay arayıcı birey, ben de sorumluluğumu ve sınırlarımı verip yerine konforlu bir daire alayım. Kalıyor o daire içinde ömürlük.

Onay Arayıcılık Ve Sorumluluğun Reddi

Karşınızdaki kişi yaptığınız şeyi onaylamadığında ne hissediyorsunuz? Aldığınız kararlarda başkalarının ne söyleyeceğini umursamadığınız zamanların oranı genele vurulduğunda kaçta kaç? Eleştirel bir aileden geliyorsanız iç sesinize yabancılaşma ihtimaliniz daha fazla elbette. Yine de her yaptığınızdan şüphe ettiğiniz, kendi sesinize yabancılaştığınız bir duygu durumuna geçip sınır çizmek konusunda çekincelerinizin olması için illaki duygu sömürüsü temelli toksik bir aileyle geçen çocukluğa gerek yok. Toplum var gücüyle yanlış yaptığınızı, nasıl bir anne-baba, nasıl bir kadın-erkek,  nasıl bir insan, nasıl bir vatandaş, nasıl bir dindar, nasıl bir çalışan olacağınızı bildiriyor size.  Nasıl biri olursanız kabul göreceğinizi, haşa bunun aksi durumlarda iseniz kabul görmeyeceğinizi her vesileyle ve de nezakete ihtiyaç bile duymadan deklare ediyor.

Ve sonunda gözlerimiz hep bir başkasında bekliyoruz her adımımızın onaylanmasını. Onay mercilerinin elinde bir dolu mühür kutusu, sırada öylece bekliyoruz bir alkış koparabilmek için. Basit bir günlük aktiviteden siyasi görüşümüze kadar türlü açıklamalara başvuruyoruz ‘ana akımdan’ koptuğumuz sürece. Özgürce seçtiğimiz düşündüğümüz her davranışımızda başkalarının parmak izi var bu sebeple.

Sınır çizmek her şeye hayır demek değil elbette. Tabi ki başkalarının fikirlerini de değerlendireceğiz, geçmiş deneyimlere bakacağız, ancak günün sonunda bir şeyi biz istediğimiz için mi yapıyoruz, yoksa başkaları da öyle yapıyor, öyle kabul görüyoruz, onay alıyoruz diye mi yapıyoruz, önemli olan bu. Onaylanmamaktan korktuğumuz için, karşımızdakine zarar vermediğimiz halde onu kırmaktan korktuğumuz için mi evet diyoruz, biraz bunu sormalıyız kendimize.

İnsanlar bizimle aynı fikirde olmak zorunda değil cümlesi ne kadar sıradan, ne denli basit bir cümle öyle değil mi? Üzerine yeterince düşündük ve basit bir cümle oldu bu madem, neden sürekli anlaşılmadığımızı düşünüyoruz?  Birileri bir şeyi yeterince iyi yaptığımızı söylemediğinde neden bir yanımız eksik kalıyor? O içimize oturan belli belirsiz küskünlük hali hangi zamanlarımızdan kalma?  Bir şeye hevesle başladığımızda ‘ne gerek vardı canım’ı duyduğumuzdaki motivasyon düşüklüğü de neyin nesi? Neden her yaptığımız şeyi açıklamak, bir mantığa bürümek zorunda hissediyoruz öyleyse?

İç içe geçmiş benlik sınırları. Böyle bir geçişken toplumda en çok boyun eğiciler, sınırlarını ihlal ettirenler yaşamaktan uzak kalıyor. Oysa psişik enerjimiz öyle sonsuz filan değil.  Uyum sözcüğünün anlamı üzerine tekrar düşünülmeli. Uyum ve ahenk tembellik ve edilgenlikle aynı çizgide yer almamalı anlam dünyalarımızda.

Ve Sınır İhlalcileri

Sınır sorunu sadece sınırlarını koruyamayanlar içİn geçerli değil elbette. Başkalarının sınırlarını ihlal edenler de bu gruba dahil. Bu grup bazen fedakar kurtarıcı, bazen despot rolüyle sahne alıyor. Bu kontrolcü kişiler eğer onlar olmazsa hiçbir şeyin yürümeyeceğine inanıyor temelde. Bazen iyilik olsun diye, bazen sosyal mühendislik adına hayatımızın ta içine giriyorlar. Her iki şekilde de sınır ihlalcilerinin verdiği his, kendilerininkinden başka her hangi bir fikrin, bir inancın, bir yaşam şeklinin mümkün olmadığı. Her şeyi en iyi onların bildiği ve bazen kendi iyiliğimiz için bazen de mecburiyetten sorumluluklarımızı onlara teslim etmemiz gerektiği.

Kendilerine akıl danışılmadan öğüt verenlerin, bir başkasının sorumluluğunu üstlenenlerin, başkaları için neyin iyi, neyin kötü olacağına karar verenlerin bu grupta olduğunu düşünürsek oldukça kalabalık bir topluluktan bahsediyoruz burada da. Peki bu insanlar kendi sınır ve sorumluluklarını halletmiş, mükemmel bir hayattan kalan boş vakitlerini de hayır işlerine ayırmış kişiler mi? Elbette ki hayır. Böyle bir şey insan kapasitesi için mümkün değil. İnsan kendi sorumluluğu dışında bir sorumluluğu tam anlamıyla alamaz. Almaya kalkışırsa kendi sınırlarında olup bitenler onun kontrolünde olmaz. Ahlaksız ahlak bekçileri, kendi dinine yabancı din dayatmacıları, kadın dediğin şöyle olmalı diyen laik ve dindar yobaz erkekler, başarılı anne rozeti hazırlayıp annelere not veren ‘kendileri dışında her şeyin uzmanları’ hep sınır tanımayan ihlalcilerden.

Bazen tüm sorumlulukları almış güç timsali, bazen de en fedakar yardımsever rolüne bürünseler de sınır ihlalcileri en kaba tabirle başkalarının işine burnunu sokmayı çok seviyor. Toplumun ‘işlevsel’ şekilde devamı için sınır ihlalcilerine fedakar kahraman ve şanlı kurtarıcı payeleri verilmesiyle anlam dünyamızda oluşan itiraz sorularının önü de alınmış oluyor. Sorun da bu şekilde normalleşerek kendini tekrar tekrar üretmeye devam ediyor.

Sınırlarınızı Nasıl Alırdınız?

Kapılar açık olduğu sürece sınırlar ihlal edilir. Bunu politik anlamda söylemiyorum. Gerçekten de benlik sınırlarının aşılmasına izin verenler ve açık kapı gördüğü anda sınırları aşmak için kendini durduramayanlar mükemmel bir şema kimyası uyumuna sahip. Bu hem mikro ilişkilerde hem de daha büyük ölçekteki toplumsal ilişkilerimizde böyle. Bu tepkime sonucunda ortaya hastalıklı, bağımlı, iç içe geçmiş, sorumlunun kim olduğuna dair kafaların karışık olduğu, herkesin ötekini ya nankörlükle ya dayatmacılıkla suçladığı bir yapı ortaya çıkıyor.   

Peki sınırlarımızı nasıl koruruz? Kendi sınır ve sorumluluklarımızı tanımlayarak bireysel olarak başlamalı işe. Aslında neyi sevdiğini, neyi istediğini bilmeyen, kendi olmaktan korkan insanlarla dolu toplumumuz zira. İçinde bulunduğumuz hal bir sebep değil, sonuç o yüzden.  Kendisi hakkında sahici bir fikri olmayan kişi neyi koruduğunu, neye sınır çizdiğini nasıl bilebilir ki? Kierkegaard yaşam amacını ‘insanın gerçekten olduğu kişi olması’ olarak tanımlar. İnsan gerçekten rantçı bir müteahhitten bir daire kapmak için mi yaşar? Norveç’te bir kaldırım taşı olmak için mi? Bu kadar değersiz görürken kendini, sınır çizmek mümkün mü? Üzerimizde pervasızca hak iddia edenlere bu sınır ihlaline memur edenler de biziz. Kendi sesini duyunca içi tekinsiz bir hisle ürperenler de.

İnsan yalnız da kalır, bedel de öder. Kendi sorumluluğunu aldığı sürece hayatın ona ait olduğunu bilmeli cesaretle. Ne huzuru itaatte bulanlar ne de ağzımızın tadı bozulmasın diye diye ağız tadı bekçiliği yapanlar uyumlu ve onurlu bir rol oynuyor. Çünkü sınır ihlalcilerinin değişmesi kanımca zor. Onlar açık kapı buldukça dalmaya programlanmış. Burada görev, sınırını çizemeyip benliğine işgalci dolduranlara kalıyor. İhlalciler en kutsal, en onurlu rollere bürünmüşler. Sorumluluk denen ağır yükü de sırtlanıyor gibi yapıyorlar. Onay arayıcı gözlerimizi bu afili ihlalcilerden çekip kendi içimize doğrultmadığımız sürece hiçbir şey değişmeyecek. Çözümü ihlalcilerin sınırlarımızı terk etmesini beklemekte aramaksa, sınır çizmekten aciz edilgenlerin sorumluluktan kaçış hikayesi gibi duruyor.

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir