DEVEKUŞU TERBİYECİSİ

Sosyal Medya ve Toplumsal Dönüşme Biçimlerimiz

Sosyal medyayla aranız nasıl? Her sabah mutsuz uyanmamıza neden olan, gece uykularımızı kaçırsa da bi’ kontrol etmeden uyumadığımız sanal sosyalleşme ortamlarının yaşamımızın önemli bir parçası haline geliverdiği malum. Sosyal medya zararlı mı, gerekli mi tartışmasına girmeyeceğim.  Ancak ‘toplumsal psikolojimizin yansıdığı, içimizdeki kötülüklerin dışa vurduğu, cepheleşmenin en ortak konularda bile kolayca su yüzüne çıktığı bu platformlar sosyolojimizi nasıl şekillendiriyor’ konusunu gündemde tutmak istiyorum.

Sosyal medya ağlarının dünyada ve ülkemizde yeni yeni kullanılmaya başlandığı dönemlerde, çevremde sosyal medya hesabı olmayan bir tek ben kalmıştım diyebilirim. Bu kişisel bilginin, sosyal medya karşıtlığı koktuğunun farkındayım, çünkü bu konuda sık sık olumsuz tepkiler aldım. Tahmin ettiğiniz üzere eski kafalılıkla suçlanmaktan, ‘ne gizlin saklın var ki’ tarzı kötü niyetli sorulara kadar her türlü olumsuz geri bildirimi, bolca şaşkınlıkla karıştırarak sundu sosyal medya taraftarları bana, sağolsundular. Hatta kelli felli devlet kademelerini dolduran benden yaşça büyük amirlerim, lafı neden sosyal medya hesabın yok’a illaki bi’ getirdiler. Ne yapsınlardı, sosyal medya iyi bir gözetim alanıydı, onlar da haklıydı.

Yeni Medyanın Panoptik Gözü

İlk sosyal medya hesabımı yıllar sonra, doğa ve gezi fotoğraflarını paylaşmak üzere açtım ve sonra kapattım. Bir instagram hikayesi olarak da ‘Kendini Feda Şeması’ yazımda sizinle paylaşmıştım. Yazılarımın daha çok insana ulaşabilmesi için ikinci hesabım da delilik sözleşmesi üzerinden oldu. Eski kafalı ya da obsesif olmaya gerek yoktu kişisel bilgileri uluorta paylaşmamak için. Buna direnen tarafım, kafamın ezelden beri değişmeyen yanıydı; Frankfurt Okulu kafası, 1984 kafası, Bauman ve Foucault kafası gibi kafalar… Gözetlenmenin güle oynaya kabul edildiği bu durum bana fazla çelişkili gelmiş olmalıydı.

Bentham kardeşleri bilmeyen yoktur. Tasarladıkları, mahkumları her açıdan görebilen ve mahkumların izlendiklerini bildikleri için kaçmaya kalkışmayacakları panoptikon hapishane modelinde gardiyanlara bile ihtiyaç duyulmaz. Buradan ilhamla Foucault, İktidarın Gözü kitabında panoptikonu iktidarın gözü olarak kavramsallaştırır. İktidarın baskı uygulamak ya da cezalandırmaktan ibaret olmadığını, arzu ve zevki kışkırtarak daha derine nüfuz etmek istediğini belirtir. Süperpanoptikon kavramını ortaya atarak bu tartışmaları günümüz teknolojisiyle birleştiren Mark Poster[1] da, interneti ve bilgisayar veri tabanını süperpanoptikon olarak belirleyerek günümüz insanının panoptik bir gözle ve kolaylıkla gözetim altında tutulduğunu söyler. Bu konuda Bauman’ın tespitleri de yerindedir. Davranışları homojenleştirilip gözetlenir ve denetlenir hale getirilen birey, otoritenin her daim görüş alanındadır. Ayrıca gözetim, özgürlük ve eğlence sarmalı içinde gerçekleştirilerek, mahremiyetin zedelenmesinden öte temel insan haklarını da örseler.[2]

Halkla ilişkilerin kurucusu Edward Bernays’ın kitlelerin düşünme biçimlerini yönlendirme ve reklamcılık üzerine yaptığı çalışmalar, o dönem giderek zenginleşen şirketlerin yanı sıra siyasal iktidarlar için de biçilmez kaftan olmuştu. Öyle ki, birbirinden farklı arzu ve fikirleri olan bireylerin mobilize edilebilmesi sadece korkuyla mümkün olmaz. Halen tüm bu iktidar biçimleri, bireyin kendi özgün seçimini yaptığı hissinin getirdiği kontrolün sürdürülebilirliğinden güven alıyor. Gramsci’nin söylediği gibi,  otoritenin oluşması için rıza şart oluyor. Uzaktan gözetim altında olmaya verdiğimiz rızanın teknoloji şirketleri tarafından kar elde etme makinasına dönüşümünü 2020 yapımı Social Dilemma belgeselinde derinlemesine görebilirsiniz. Siyasal iktidarın gözünün hep üzerimizde olduğu zaten hepimizin malumu olduğu için lafı uzatmadan biraz da toplumsal gözün bizi nasıl etkilediğine bakalım.

Toplumsal Gözaltı

Bugün sosyal medyaya kanıksanmış realitelerden farklı bir gözle bakın. Düşüncelerimizi paylaşım biçimimiz birbirine ne çok benziyor. Kendimiz olma halinin ve ihtimalinin bir kenara atılarak ışıltılı, makyajlı, entelektüel, bol paralı ve mutlu, bazıları için iktidar yanlısı ve bazıları için muhalif, kısaca toplumsal kabule en yakın ne varsa benzediğimiz ve kabul görmek istediğimiz bir çoğunluk var. Sıcak kumlara uzanmış deniz manzaralı çıplak ayak fotoğraflarını mevzubahis dahi etmiyorum. Ancak, her gittiği yere sosyal medyada bu kareyi nasıl paylaşırım diye bakmanın insana verdiği kontrol altında olma hissinin nasıl bir işkence olabileceğini tahayyül ediyorum.  

Başkası için yaşamaya gönüllü olan bireylerin bir taraftan yalnızlaşması, diğer taraftan sanal bir cemaat tarafından kabul görmeye çabalaması, kabul görmeye çalışırken dönüşmesi ve dönüşürken kendini kaybetmesi, sonrasında kendini bulmak için mindfulness eğitimi alması mesela ve de aldığı bu eğitimi yine sosyal medyada paylaşması. Tüm bunlar birey için çok daha makro ölçekli bir sistemin ürünü elbette.  Bu sistemin sırrı da, toplumsal aidiyet ihtiyacı üzerinden bireyleri gönüllü bir bilgi aktarım çılgınlığına iterek kontrol altına alması.     

Suskunluk Sarmalı

Üzerimizdeki toplumsal gözün etkisine değinmişken suskunluk sarmalından bahsetmemek olmaz. Sosyal medyada ifade etmek istediğimiz ama sonra o anki genel atmosfere bakıp paylaşmaktan vazgeçtiğimiz düşüncelerimiz var ya, suskunluk sarmalı işte bunun nedenlerini ele alıyor. Neumann’ın kitle iletişim araçları üzerinden geliştirdiği suskunluk sarmalı teorisi[3], kitle iletişim araçları üzerinden gelişen atmosferin bir grubu sustururken, bir gruba da konuşma cesareti verdiğini iddia ediyor. Başkalarının düşüncelerini kopyalayıp yapıştıran o tweetler konu dışı. İfade edebileceğimiz bir fikrimiz olduğunda bunu açıklamaktan vaz geçip neden sessiz kalıyoruz, Neumann bu sorunun cevabını arıyor.

Her sosyal teoride olduğu gibi, suskunluk sarmalı da bireyin kabul görme ihtiyacına dayanıyor. Ben bu sarmalı Asch’in çizgiler deneyine benzetiyorum.  Çoğunluk uzun çizginin kısa olduğunu belirtse bile, denek hep çoğunluğun fikrine katılma eğiliminde. Örneğin sosyal medyada yeni bir tartışma konusu açıldı- ki bu toplumumuz için her gün en az yeni birkaç önemli başlık olduğu düşünülürse bu duruma çok sık rastlanıyor- birey, önce başkalarının konuyla ilgili neler söylediğine bakıyor. Fikirlerinin destekleneceği bir ortamın yerleştiği durumda görüş beyan ediyor. Aksi durumda sessiz kalıyor. Bizde suskunluk sarmalının çıkış sebebine, kabul görme ihtiyacının yanı sıra fikir beyan etmenin olumsuz sonuçları olabileceği endişesi de ekleniyor elbette.

Suskunluk sarmalı psikolojik bir süreç. Her birey toplumsal gelişmeleri takip ederek uyum göstermeye çalışıyor. Hangi görüşlerin popüler olduğuna bakarak buna ilişkin tag’lerle etkileşim yakalamaya çalışıyor. Popülaritesi azalan konular beğeni getirmediği ya da görünürlüğe katkı sağlamadığı için tercih edilmiyor. Anderson’un ‘Hayali Cemaatler’i kadar Rheingold’un ‘Sanal Cemaatler’ kavramı da önem kazanıyor artık. Siber uzamda çevrimiçi etkileşimde bulunulan gruptan, yani sanal cemaatten dışlanmamak için bireylerin, genel kabulün dışındaki görüşlerini ifade etmekten kaçınması toplumsal mobilizasyon ve kontrol mekanizması için oldukça etkin bir psikolojik süreç olarak karşımıza çıkıyor.

Yankı Odaları

Suskunluk sarmalı sanal bir cemaat tarafından gözetleniyoruz bilinci ya da sanal bir cemaate ait olma isteğiyle oluşuyordu. Peki böyle bir motivasyon bizi nereye sürükler? Tabi ki yankı odalarına. Bu kuramın pratiğe izdüşümünü toplumumuzda her gün ama her gün deneyimliyoruz. Sunstein’in Yankı Odası[4] kuramı, bireydeki mevcut inancın kapalı bir sistem içimdeki iletişim ve tekrarlarla güçlenmesini anlatır. Aynı düşünce etrafında toplanan insanların aynı görüşteki, yani o yankı odalarındaki görüşleri takip etme, bilme isteğiyle oluşan pekişme hali, aynı odadan olanların fikirlerini sorgulamadan kabul etme halini tasvir eder.

Gazeteci Levent Gültekin’in toplumdaki kutuplaşmayı anlatmak için her platformda dile getirdiği odalar ve salon metaforu var ya, bu yankı odaları işte o yankı odaları. Benzere benzeme, benzerle yakın olma isteğinden kaynaklanan bu hal, farklılıkların birlikte yaşama yetisini de zayıflatıyor. Artık öyle bir durumdayız ki, karşı kamptan söylenenleri duymak dahi istemiyoruz. Kendi görüşlerimize yakın bilgi ve paylaşım arıyoruz psikolojimizi sağlam tutmak için. Ülkemizde ulaştığı boyutu bir tarafa; bireylerin ön yargılarını güçlendiren, zihinsel katılığı artıran ve farklı görüşlere kulak tıkayan etkisiyle yankı odalarının sosyal medya üzerinden toplumdaki cepheleşmeyi artıran özelliğini hatırda tutmak gerekiyor.

Yankı odaları, diğer bir yeni medya teorisi olan siber balkanizasyonla da yakından ilişkili. Uluslararası ilişkilerde kullanışlı bulduğumuz bir kavram vardır: Balkanizasyon. Tıpkı Balkan coğrafyasında olduğu gibi, belirli bir bölgede yaşayan toplumların küçük coğrafi alanlara ayrılıp devletleşmesi, üstelik bu küçük devletlerin de birbirine düşman olmasını anlatır Balkanizasyon. Siber balkanizasyon da, aynı şekilde sosyal medyada karşıt görüşün düşman olarak tanımlanmasını, hiçbir ortak iyide uzlaşılamamasını, herkesin gerçeklik dünyasının kendine ait olduğu fanuslarda birbirine düşman şekilde bilgi akışına girmesini anlatıyor. Tanıdık geldi değil mi?

Hashtag Aktivizmi

Sosyal medyanın toplumu dönüştürmesinden bahsederken hashtag aktivizmine değinmemek olur mu? İnternet aktivizmi, elbette yeni toplumsal hareketlerin yadsınamaz bir parçası artık.  Ülkemizin kendine has şartlarında, toplumsal adalet arayışına sosyal medyanın kimi zaman ne çok katkısının olduğu su götürmez bir gerçek. Bununla birlikte, yüzbinlerce paylaşımın yapıldığı bir konunun ertesi gün unutuluverdiği gerçeği sizi de şaşırtmıyor mu? Hangi birine yetişeceğiz, elbette gündem değişiyor derseniz, siz de haklısınız. Ancak beğendiğimiz bir görüşü çok iyi özetleyip siber evrene bırakan ve beğeni fazlalığıyla beğenisi ivmeli artan bir paylaşıma kondurduğumuz bir kırmızı kalp bizde psikolojik anlamda rahatlama hissi yaratıyor ya, işte o rahatlamaya eleştirel bakanlar da var.

Teknolojinin sosyopolitik etkileri üzerine oldukça iyi çalışmalar yapan yazar Evgeny Morozov, ‘Aktivizm ve Yeni Medya[5] çalışmasında çevrimiçi eylemciliğin tembel bir nesil için ideal bir aktivizm çeşidi olduğunu, bireylerin bu şekilde iyi hissederek daha somut bir katılımcılıktan uzaklaştığını savunuyor.

Bizim Çaresiz Bireyciliğimiz

Ne çok seviyoruz birbirinin aynı olmayı, homojenleşmeyi, kabilelere ait olup grup sözcülerine sahip olmayı. Bireyin ürettiği sistem, yine bireyi esir alıyor, dönüştürüyor. Birey olarak da toplumsal olarak da dönüştürülüyoruz ve işin ilginci buna çok istekliyiz. Kendimizi ifade etmenin tüm yollarını deniyoruz, kamusal alandan çekip aldığımız bireyselliğimizi özel alanımızda taçlandırıyoruz. Yine de olmuyor. Bir gözümüz hep sanal cemaatlerde; kabul görüyor muyuz yoksa dışlanıyor muyuz diye.

Kamusal alanımız çöktükçe[6] somut toplumsallıklar üretme imkanımız yok oluyor, biz de özel alana yönelip bireyselleşiyoruz. Ortak kabulleri kaybettikçe yüzeysel bağlılıklar yaratıyoruz, birbirine kırdırabileceğimiz. Siber dünya hem buna hizmet ediyor, hem de toplumları hizaya sokuyor. Daha pasif, daha edilgen, görünür ve gözetlenir olmaya daha hevesli ve her bakımdan daha itaatkar oluyoruz. Kerameti kendinden menkul tılsımlı kapitalizm, günün sonunda hep bir yolunu buluyor yeryüzüne dilediği gibi şekil verip reel ve siber evreni boyamaya. Özgürce bireyselliğimizi yaşadığımıza inandırıldığımız her alanda hep bir adım önde bir gözün marifetiyle dönüştürülüyoruz.


[1] Mark Poster, The Mode of Information: Poststructuralism and Context

[2] Zygmunt Bauman, Küreselleşme

[3] Noelle- Neumann, The Spiral of Silence.

[4] Cass Sunstein, Echo Chambers.

[5] Evgeny Morozov,  ‘Activism  and  New  Media’. 

[6] Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü

Görsel: unicef.org

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir