YAKOUB OTEL (III-son bölüm)
Otel, bulunduğum yerden dört-beş blok ötede solda kalıyordu. Birkaç dakikaya kalmadan girişin başladığı dehlize ulaşmıştım bile. Gündüz vakti buradan geçtiğimde, birkaç adımlık dehlizin kalın taş duvarlarındaki deliklerin içerisini aydınlattığını hatırladım. Karanlıkta geçtiğim yerleri gündüz gördüğüm resme benzer şekilde zihnimde canlandırdım. Otele girerken gördüğüm kedilerin duvarda oluşan basamaklarda kıvrılıp uyuduğunu hayal ederek rahatlamaya çalıştım. Benim en yüksek tehdit algıladığım o anlar onlar için huzurlu bir uyku anıydı. Rahatça uyuduğum pek çok anın onların yaşam mücadelesi içinde ölüme en çok yaklaştıkları anlar olduğu gibi. Kendisinden başka hiçbir canlının var olmadığı sanrısı içinde süratle kullandığı arabanın aldığı canın farkında bile olmayan insanların yaşadığı kentlerde, kedi ölülerini sabahın ilk ışıklarında çöpçüler mi topluyordu acaba?
Taşlık yolda ilerlerken yüksekçe bir taşa takıldı ayağım. Düşmedim ama ayağım burkuldu. Yağmurlu günlerde kaldırım taşlarının bir ucuna bastığında diğer ucu havalanırken tüm su birikintisini üzerine sıçrattığında, her yıl yenilenmesine rağmen nasıl olup da bu taşları bir kez olsun doğru düzgün yerleştiremeyen belediye başkanına verip veriştiriyorsun da, karanlık bir dehlizde hangi yüzyıldan kaldığı belli olmayan bir taşın ayağını burkmasına bir şey söyleyemiyorsun işte.
Aksayan ayağımla otele ulaşan basamaklardan indim. Kapı kapalıydı. Kapıyı telaşla yumruklarken, karanlığın verdiği umutsuzlukla kimsenin açmayacağına öylesine inanmıştım ki, ilk çalışımda resepsiyondaki adamın kapıyı açmasıyla biraz afalladım. Önce elektriği sordum. Birkaç saattir kesik olduğunu ve ne zaman geleceğini bilmediğini söyledi. Elindeki fenerle önümden yürüyerek odamın olduğu üst kata eşlik etti. Ağrıyan ayağımla önümdeki ışığı takip ederek tırmanmaya çalıştığım ahşap merdivenlerin bu kadar çok gıcırdadığını gündüz fark etmemiştim. Görevli, elektrik kesintisini hiç dert etmeyen sakin bir tonla iyi geceler diledikten sonra arka bahçeden gelen konuşmalardan anladığım kadarıyla arkadaş grubunun yanına döndü.
***
Odama girdiğimde sokaktaki yalnızlık hissim bir türlü geçmedi. Bu kez otelin tek müşterisi olduğumu düşünmeye başladım. Hiçbir odadan yaşam belirtisi gelmiyordu. Otelde birilerinin olduğunun tek işareti, arka bahçenin bir üst katındaki odamın açık balkon kapısından gelen konuşma sesleriydi. Otel görevlisi ve arkadaşlarının sesleri. Biraz hava alırsam sakinleşeceğimi düşünerek odamın balkonuna çıktım. Balkon, zeminden çok yüksek değildi. İki yanında uzanan iki ağacın tepe dalları bir kol mesafesi kadar yakındı. Balkon demirlerinden aşağıya uzanıp baktım, hiçbir şey, hiç kimse görünmüyordu. Aşağıda oturanlar binanın diğer cephesinde kalıyor olmalıydı.
Yatağıma oturdum. Otelin diğer müşterilerinin gelip odalarına girmesini bekledim. Herhangi birinin o ahşap merdivenleri gıcırdatmadan çıkması mümkün değildi. Ama hiçbir ses yoktu. Kapıyı açıp koridora baktım, ufacık bir tıkırtı bile yetecekti içimi rahatlatmaya. Karanlık koridorda hiç bir şey görünmüyor, hiçbir ses duyulmuyordu. Odama dönüp kapımı kilitlemeye çalışırken kırılan kapı tutamacı elimde kaldı. Kapı kilitlenmiş, ben de odada kilitli kalmıştım.
O karanlıkta dışarı çıkmak, Sayda’nın sokaklarını arşınlamak, Akdeniz’in serin esintilerini hissetmek, Sayda Kalesi’nin tarihine dalmak değildi niyetim. Hiçbir yere gitmek istemiyordum, ama odada kilitli kalmak da istemiyordum. Hariri’nin sokağından itibaren takip edildiğim hissi, karanlık sokakta her biri bir ömür kadar uzun gelen dakikalar ve şimdi bu eski otelin tek yabancı sakini olarak bu simsiyah odada mahsur kalışım. Sinirlerim gerildikçe kontrolümü kaybettiğimi hissettim. Balkona çıkıp seslenmeye başladım. Nidalarım ‘orada kimse var mı’dan yardım çağrılarına evrildi birkaç dakika içinde. Hiç kimse duymuyordu sesimi. Bu imkansızdı. Sanki az önce otel görevlisi ve arkadaşlarının keyifli sohbeti gelmemişti kulağıma. Tutamacı düşen kapıya yöneldim hemen. Bu kez hem kapıyı yumrukluyor, hem bağırıyordum. Yine kimse ses vermedi. Balkona çıktım tekrar. Yine hiç ses yok. En iyi ihtimalle otel görevlisi ve arkadaşları evlerine gitmişti. Ben de bu otelin tek müşterisi olarak eski binada kapım içeriden kilitli, karanlık bir sokağa kıyasla karanlık bir dört duvar arasında daha güvenli bir şekilde mahsur kalmıştım. Sabahı beklemekten başka bir çare yok gibiydi. Yatağıma oturdum, sakinleşmeye çalıştım. Kötü ihtimali düşünmek bile istemiyordum.
***
Evimin cadde üzerinde olması ve günün her saatinde trafik ve sokak gürültüsünü emerek bana sessiz tek bir saniye bile bırakmamasından dert yanmışımdır hep. O gece, sağır bir sessizliğin de o kadar iç huzuru etmediğine kanaat getirdim. Sessizliğin de dereceleri olmalıydı. Karanlığın derecelerinin olduğu gibi. İnsanın kendini hem güvende hem de sükunet içinde hissettiği bir kıvam vardı demek. Ama içinde bulunduğum durumun, o kıvama yakın olduğu pek söylenemezdi. Telefonumdan bir meditasyon müziği açarak uykuya dalmak istedim. Bataryam çok azdı, ihtiyaten kalması gereken bir yüzdelik dilimde.
Biraz zaman geçtiğinde hiçbir şey düşünmemeye başladığımı fark ettim. Karanlık ve sessizlik son haddinde olduğunda düşünce mekanizması işlemiyor olabilir miydi? İnsan görerek ve duyarak mı düşünüyordu? Ya da düşüncelerinin çıkış noktası olarak duyu organlarını mı kullanıyordu? Belki de adrenalin nedeniyle ayırdına varamadığım yorgunluğum nüksediyordu. İnsan çok yorgun olduğunda düşünemez. İnsan kendisini yoran, kendisini unutturan günlük telaş içinde de düşünemez. Soluklanmak ister bazen. Durup düşünmek ister.
***
Soluklanmak için gelmiştim Lübnan’a. Durup düşünmek için. Her şey düşünceden doğmaz mıydı? Hayatımda bir şeylerin yanlış gittiğinin farkındaydım ama tam olarak yanlış olanın ne olduğunu bulamıyordum. Her atılımımda üçüncü vitesle kaldırılmaya çalışılan araba gibi zınk diye çakılıyordum. Hayatımın öyle ya da böyle yolunda gittiğini düşündüğüm tüm alanları, her şeyin yolunda olduğuna kanaat getirip mutlu bir rehavete kapıldığım anda, makas değiştiren vagonların sarsılması gibi sarsıyordu yine hayatımın tüm bileşenlerini. İş yerinde hazırladığım raporlar, acil yetişmesi gereken yazılar, kapsamlı ele alınması gereken analizler olmuştum ben. Bana ait bir şey kalmamıştı. Düşüncelerimin bile benim olduğundan emin değildim. Bir kalıba uydurmaya çalışmaktan hangisinin benim, hangisinin o kalıbın sahiplerinin düşüncesi olduğu birbirine karışmıştı. Acil kan değişimi gerekiyordu.
Soluklandığım anlarda hayatımı baştan aşağıya değiştiririm. Değişmemek için soluklanmayı ertelemiştim. Değişime direnç gösterdiğimi fark ettiğim andaysa soluklanmak için yola çıkmıştım. Lübnan seyahatimi işte bu yüzden erteleyemezdim. Yola çıkarken, dönüşte işi bırakacağımdan emindim mesela. Ama sonrasında ne yapacağımla ilgili hiçbir fikrim yoktu. Bu ülkeye, geleceğimi planlamaya değil; simülasyon hayatımı unutmaya, yani nefes almaya gelmiştim. Değişim için gereken eser miktarda nefesi burada toplayacaktım. İnsanların tornadan çıkmış gibi aynı olmadığı; ırkları, dinleri ve kültürleri farklı olsa da kapı komşusu hatta dost bile olabildikleri, grup liderlerinin ayrıştırıcı çabalarına rağmen birlikte yaşamak zorunda olduklarının nispeten bilincinde oldukları bu ülkede.
***
Merdivenlerden gelen ayak sesleriyle irkildim. Ahşap basamakların büyük bir gürültüyle çıkardığı sese bakılırsa birkaç kişi koşarak yukarı çıkıyordu. Basamakların avaz avaz bağırmasına bakılırsa bu kişiler ya oldukça cüsseli, ya da teçhizatlıydı. O an Suriye istihbaratı, yani namı değer Muhaberat’ın Lübnan’a giriş yaptığını belirlediği bir Türk vatandaşını, yani beni almaya geldiğini düşündüm. Otele giriş yaparken pasaportu işlemler için tutmak isteyen resepsiyon görevlisine sert çıkıp fotokopi çekmekten ibaret işlem için bekleyeceğimi söyleyerek odaya girmeden pasaportumu teslim almıştım almasına ama yine de kayıtlar onlardaydı. Havaalanından kolayca sızabilen kimlik bilgileri, bu sakin şehrin benden başka müşterisi olmayan otelinden her halükarda sızdırılırdı. Koridorda koşturmaca devam ediyordu.
Nefesimi tuttuğumu hatırlıyorum, dışarıya tek bir mikropartikül sızmayacak kadar içime hapsettiğimi. Gözlerim kapalı mı değil mi, karanlıktan ayırt edemiyordum. Sonra yüksek sesle birkaç kişinin konuşma sesini duydum. Hem korkudan hem de Arapçamın yetersizliğinden dediklerini anlamıyordum. Odamın kapısının kırılması an meselesiydi; sesler o kadar yakın ve koşturmaca odamdaymış gibi canlıydı.
***
Yaşamaya tutkuyla bağlı biri sayılmam. Zaman zaman ölümü düşündüğümde geride bıraktığımı hayal ettiğim şey hep sevdiklerimin acısı olur. O an, tam olarak ölümle burun buruna gelmemiştim. O sebeple olsa gerek, hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmemişti henüz. Onun yerine, hayata tutunmaya dair planlar onca hızıyla zihnimden akıp gidiyordu. Çok da yüksek olmayan balkondan aşağıya atlamayı düşündüm ilkin, burkulan ayağımın acısını hissetmiyordum bile artık. Balkonun ahşap kapısını ne kadar yavaş açmaya çalışsam da gıcırdıyordu. Ama kapıdan çıkan bu ses, merdivenlerdeki koşturmacanın gürültüsü arasında eriyecek kadar zayıf kalıyordu. Giriş kapısının hala kırılıp açılmadığından emin olunca balkona yöneldim. Aşağıya baktım, zifiri karanlık tüm haşmetiyle etrafı karartmaya devam ediyordu. Buradan başka bir çıkış yolu yoktu.
Sonra bir an, esaret için iyi bir av olmadığım konusunda Muhaberat’ı ikna etmeye yönelik argümanlar sıralandı kafamda. Medyadaki değerlendirmeleri hızlıca zihnimden geçirdim. Kaçırılan Türk tır şoförleri ya da Türk pilotlar vatan ve görev aşkıyla ya da ekmek parası için ama illaki mecburiyetten bu ülkedeydi. Bulundukları saf, yoruma açık olmayacak cinsten bir meşrulukla ortadaydı. Milliyetçi duyguları otomatik olarak devreye sokacak kimlikleri, devlet aklına pazarlık yapmaya itecek motivasyonu kendiliğinden verirdi. Benim durumum ise toplumu manipüle edebilecek bir dolu şüpheye çanak tutar cinstendi. Hiç bir illiyeti, görevi, alakası, mecburiyeti olmadan kendi özgür iradesiyle hür dünyada gezintiye çıkmış bir kadın. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir deyip zahirin ötesindeki batıni anlamı dolduracak bir yığın iftiracı listelendi zihnimde ve esaret pazarlığı için özne değil, nesne bile olamayışım.
***
Eski zamanlarda, ülke sınırların bu kadar katı olmadığı, insanların pasaport kullanmadan bir diyardan diğerine yürüyerek ya da binek hayvanlarıyla dolaştıkları zamanlarda pek çok seyyah olduğunu biliyorum. Ama o dönemde kadın seyyahlar olmadığına eminim. Bedenin dokunulmazlığı her hukuk sisteminin önemli bir cüzü olmasına rağmen tacizler, tecavüzler, kadın ticareti, köleleştirme günümüze dek devam eden kadın yaraları olarak kaldı. Toplumsal yaralar demiyorum çünkü toplumların bu konuyu dert edinmediğine kimseyi ikna etmeme gerek olmayacak kadar örnek var etrafımızda. Her gün bir doz kadın şiddeti almadan yaşayamaz hale gelmiş toplum için kadının ‘yara’ olmasından, ancak arzuladıkları bir kadın tarafından reddedilen erkeklerin egosu için bahsedilebilir. Böyle bir dünyanın içinde, yine bu dünyanın jargonuyla kimliğim kadın bir turist olmaktan öte geçmez. Bu kimlik ise, ataerkillikten ölmek üzere olan kamuoyunda yankı uyandırmaya yetecek masumlukta değildi, o sebeple Muhaberat’ın Türk vatandaşlığım yüzünden yaptığı seçimin o kadar da isabetli olmadığına inandırmaya çalışmak geçti aklımdan. Sonra toplumu terörize eden insanlarla konuşabileceğini mi düşünüyorsun diye sordum kendime. İşe yaramayacağıma kanaat getirdiklerinde tek kurşunla çıkan canımdan arta kalanı bir yerlere atarlar. Bir kedi ya da bir insan. Bir canın değeri bu kadar işte.
***
Gözlerim karanlıktan hiçbir şey görmese de giriş kapısına kilitlenmiş, bedenim balkon kapısının bulunduğu eşikte, duvarı siper almış bir halde ne kadar bekledim, bilmiyorum. Ara sıra balkondan aşağı bakarak bir hareketlilik yakalamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Düşüncelerimin gürültüsünün sessizliği bastırdığını fark ettim birden. Sessizlikle irkilerek kendime geldim.
İnsan kötü de olsa bir şeyler beklerken bu beklentisinin bir türlü gerçekleşmemesi daha büyük tedirginliklere neden oluyor. Eski ahşap merdivenlerdeki inip çıkan koşturmacanın kesilmesi beni daha beter bir korku içine sürükledi bu yüzden. Bulunduğum yere kök salmıştım sanki, kıpırdayamıyordum. Bedenimi hareket ettirmeden kafamı sol omzumdan arkaya, balkon demirlerine doğru uzatarak yaptığım rutin kontrollerim sıklaştı. Nefesimi tuttuğumda kalbimin çarpıntısından tüm odanın sallandığını hissedebiliyordum. Tedirginliğim sessizlikle birlikte önce artan sonra azalan bir eğimle y’si zaman, x’i tedirginlik olan kocaman bir grafik çizdi. X’in değerinin sıfırı hiç görmediğini söylememe gerek yok sanırım.
***
Nefesim içimde, yatağıma oturdum öylece. Sonra vav harfi gibi kıvrılıp uzandım; acizlik makamında bir kul siluetine büründüm. Her gün aynı saatte aynı güzergahtan evden işe gidişimi, her gün aynı saatte aynı güzergahtan işten eve dönüşümü, hep aynı kafelerde aynı aromada kahve sipariş edişimi, hep birbirine benzer alışveriş mağazalarından birbirine benzer diyaloglarla birbirine benzer şeyler alışımı, hep aynı pencereden aynı gri binaları izleyerek aynı hayalleri kuruşumu, hep aynı kişilere hesap verişimi, her ay belirli bir ücret karşılığında günümün neredeyse tamamının satın alınışını ve tüm bunları dillendirmeyi bile delilik belleyen hep aynı insanlara yönelik aynı anlayışlı gülümsemelerimi hatırladım. Bu kadar aynılık içinde nasıl olup da sağ kaldıysam, bu odadan da sağ çıkabilirdim.
Mantık oyunlarıyla hakikat arayışım, zihnimin imparatorluğunda reelpolitiğe aykırı duran her şeyi kolayca reddedişim, çalışan tüm duyu organlarıma rağmen bir türlü idrak edemediğim gerçekler sıralandı bir bir karanlık odamda. Akılla akledemediğim bir yığın görüngü sessizce bambaşka siluetlere büründü. Hayatım boyunca ulaşamadığımda üzüldüğüm şeyler aklıma geldi bir bir sonra. Ve aldatılmalarım, aldanışlarım, anlaşılmayışlarım, dikkate alınmayışlarım, dikkate almayışlarım, irili ufaklı bir yığın mazlumluk ve zalimlik hallerimin hepsi derinden sızlayan bir gülümsemeyle gözümden dökülen yaşlara karıştı; sonra da vav’ın içinde eriyip gitti. Sonsuz bir sükunet içindeydim artık.
Sıcak bir yaz günü, gece güne kavuşmadan hemen önce işte o muhteşem namelerle uyandım Sayda’da. Su şişemdeki tüm suyu içtim. Hayatım o geceden sonra asla eskisi gibi olmayacaktı. Buna, müezzin sabah ezanını bitirene kadar iyice emin olmuştum.
Beyrut-2012