YAKOUB OTEL (I.bölüm)
Şimdi sana bir hikaye anlatacağım. Eğer hatır için ya da meraktan dinlemeye başlayacaksan baştan söyle, anlatmayayım. Çünkü bu benim hikayem ve ben hikayelerimin yarıda kesilmesinden hiç haz etmem. İyi biliyorum ki, herkes tam manasıyla bir dinleyici değildir. Bazıları, kendi hikayesini anlatılan tüm hikayelerden daha ilginç bulduğundan ötekine şans vermez. Bazıları da hikayeyle değil de hikayeciyle ilgilendiğinden sözlere önem vermez. Sanki sözler, anlatanın mütemmim cüzü değilmiş gibi. Ve illaki yarıda kesilir bu yüzden hikayeler. Oysa iyi bir dinleyici hikayeye dinleyenin değil, anlatanın nokta koyacağını bilir.
Sayda‘da sabaha karşı müezzinin tarif edilemez güzellikteki nameleri ile uyandım. Sesin nereden geldiğini, hatta o an nerede olduğumu hatırlamam belki saniyeler, belki dakikalar sürdü. Yaşadığıma dair ilk duyumsadığım şeyin, yıllardır şikayet ettiğim boyun ağrım olması tuhaftı doğrusu. Sonra ayak bileğimdeki dayanılmaz sancı. Eski bir yatak, ahşap bir dolap, bir konsol ve yerlere kadar sürünen eski açık yeşil perdelerden oluşan geniş odama girişimi hatırladım. Önceki gün Beyrut’tan iki saatlik bir otobüs yolculuğuyla bu sahil kentine geldiğime ve şehrin az sayıdaki otellerinden birinde olduğuma hızla kanaat getirdim.
Yine de içimdeki tedirginliğin dinmesi aynı hızla olmuyordu işte. Bir kere, duyduğum bu ses ezan sesi değildi. Müezzinin okuduğu nameli dualardan salavatı tanıyabildim sadece. Diğerleri alışkın olduğum kelimelere benzemiyordu. Sesteki hüzün, içimde derin bir boşluk hissi yarattı. Nameler, bir yandan ağrılarımı belirginleştirip varoluşumu bana tekrar hediye ediyor, diğer yandan aklımla bir türlü adını koyamadığım bir tedirginliğe sürüklüyordu beni. Alacakaranlığa karışan her name önce içimde kocaman bir boşluğun hafriyatını yapıyor, sonra bu boşluğun her santimini hüzünle dolduruyordu. Yine de hüznün insana en yakışan duygu olduğuna o sabaha karşı, Sayda’da, müezzinin tarifsiz güzellikteki nameleriyle iman ettim.
***
Yatağımın yanı başında duran konsolun üzerinden telefonumu ne zaman elime aldım, ne zaman kayıt komutu verdim hatırlamıyorum. Tanımlayamadığım Arapça sözler, birkaç dakika içinde yerini sabah ezanına bıraktı. Kayıtta saniyeler ilerlerken, hem o an başka bir alemde olduğuma dair inanç daha da keskinleşiyor, hem de yaşadığım ana şahit olanın ben olup olmadığıma dair bir şüphe beliriyordu içimde. Daha önce hiç hissetmediğim bu duyguyu mu kayıt altına almak istiyordum, yoksa bu dehşetengiz anın gerçekliğine şahit mi arıyordum, bilmiyorum.
Ezan biterken telefonumun bataryasının da nihayete ermek üzere olduğunu fark ettim. Demek gece otele girdiğim andan itibaren kesik durumda olan elektrik gece boyu hiç gelmemişti. Konsolun üstünde duran su şişemde kalan suyun tamamını içtim bir dikişte. Normal şartlarda resepsiyonu arayıp elektriğin ne zaman geleceğini öğrenmem gerekirdi, ancak şartlar hiç de normal sayılmazdı. İnternetten bulduğum Yakoub Hotel, Sayda’nın merkezinde denize yakın eski bir ara sokaktaydı. Önceki gün öğleden sonra giriş yaptığım otelin tahminimden daha da otantik olduğunu fark edip, otele giden daracık dehlizde azıcık ışığa rağmen en az 15-20 kare atmıştım fotoğraf makineme, çoğu dehlizin duvarlarının oluşturduğu çıkıntılarda kıvrılıp uyuyan kedilerden oluşan.
Eski ahşap bir konaktan bozma otele fazlaca tadilat gereği duyulmamıştı. Bu uğrak kente gelen turistler ya günübirliğine gelip akşamı daha güneydeki Sur kentinde geçiriyor, ya da geceliği 300 dolardan başlayan lüks otelleri tercih ediyordu. Otantik sevenler ya da budget gezenler için alternatifsiz olmanın rahatlığıyla işletmeyi işletmemeye devam ediyordu anlaşılan otel sahibi. Öğleden sonra otele girişimi yapıp çantamı konfora ve yeniye dair ne varsa kendisine hiç uğramamış odama bıraktığımda, gece tahtakurularından dolayı uyuyamayacağımı düşünmüştüm, yanılmışım. Gece uykumu kemale erdirmeyen şey bir böcek fobiği için bile Lübnan’ın meşhur tahtakurularından daha ürkütücüydü.
***
Tez çalışmam için Beyrut’ta defalarca bulunmama rağmen her metrekaresi kadim hikayelerle dolu bu çok kültürlü yaşamın pek romantik ülkesini daha önce tam manasıyla içime sindirme imkanı bulamamıştım. Suriye’deki savaşın alev alev insana ve umuda dair tüm bilinenleri yakıp kül etmeye başladığı bir vakit, henüz Lübnan’a barut kokusu ulaşmamışken ülkenin ruhunu içime çekmek istedim. Köy yanar deli taranır derler ya, Lübnan’ın her koşulda tam da bu deyişe uygun, yaşamaya aşık hallerinden alacağım pek çok ders olmalıydı.
Bazıları da ülkelere aşık olur ve nasıl ki insanlara aşık olanlar maşuklarını her anlamda sömürüp tüketmeye kurgulanmışsa, ülkelere aşık olanlar da maşuku henüz bitip tükenmeden almak istediğini almaya gider. Benimki de en bencil yorumuyla tam da böyle bir almaya, tüketmeye yönelik yolculuktu. En insani yorumla ise, belki de tüketmeye uydurulabilecek erdemli bir kılıf olarak, kültüre ve insanlığa dair ne varsa, bu varoluş yok olmadan yetişmeye gitmek, durdurun bu yıkımı diye buldozerlerin önünde kollarımı iki yana açıp gövdemi siper etmek kadar asil bir düzleme sıçrayabilirdim.
***
Oteli sokağa bağlayan dehlizi takip ettim. Sokak esnafı, dükkanlarının içinde ne var ne yoksa dış cephelere tutturdukları demirden askılıklarda sergilediğinden olsa gerek, sokak uyumsuz bir renk cümbüşüne dönmüştü. Büyük medeniyetlerin çocuklarının illaki atalarının çok daha gerisine düşmesi, gereksiz bir sinir harbi başlatır hep içimde. Tarihlerinden habersiz, şark tembelliğiyle kolaya kaçan, kendilerine bilmem kaç mil öteden pazarlanan bilmem kaçıncı sınıf malı fahiş fiyatlarla satmaya çalışan bu zevksiz esnafa söylenmeden geçemedim. Neyse ki sokağın denize kavuşması kısa sürdü de insanlık tarihine yaptığım göndermelerin yerini Sayda Kalesi’nin güneşte parıldayan iri kesme taşları aldı çarçabuk.
Kalede hem bir keşif turu yaptım hem de denizin içine doğru kurulmuş bu görkemli yapının tepesinden Sayda’yı seyrettim uzun uzun. Sonra, kendisini inşa eden Haçlıların ardından ‘beni de bekleyin, ne işim var sizsiz burada’ diyerek gitmeye hevesli duran kaleyi ve denizi sağıma alarak yürümeye başladım. Biraz ileride, 2005’te bir suikast sonucu hayatını kaybederken on küsur dini gruba bölünmüş Lübnan halkını iki grupta birleştirmeyi başarmış eski başbakan Refik Hariri’nin dev posterini gördüm. Kalın, simsiyah kaşlarına inat kırlaşmış saçları, tombul yanakları ile Lübnan bayrağının önünde en babacan haliyle gülümsüyordu.
Bu ülkede liderler olabildiğince karizmatik olmak zorundadır herhalde. Her lider, arkasından sürüklediği toplumsal grubun aidiyetinin bir sembolü çünkü, sorumluluğu gerçekten çok büyük. Bu yüzden, adım başı bir liderin tek başına ya da ailesiyle çekilmiş resimleri dev posterler halinde binalardan sarkar ya da otoyollarda dev billboardlarda boy gösterir. Ülkedeki her dini grup, siyasi bir topluluktur aynı zamanda. Ülke kurulurken böyle kodlanmış. Ya da toplumsal kodlar böyle olduğu için ülke böyle kurgulanmış. İkisi de aynı şey değil mi? En nihayetinde bu ülkede toplumsal gruplar, var oluşlarını borçlu oldukları kaynaklara referans veren sembolleri kıyasıya kullanır durur. İnsanların dinlerinin, mezheplerinin, gelir kaynaklarının, kültürlerinin, anılarının var olabilmesi için illa bir sembole muhtaç olması durumu.
Biliyor musun, bu durum bana eski zamanlarda iki kafadar dilencinin hikayesini hatırlatır. Bir köprü altının bir ucunu tutan dilenci, Ali aşkına diğeri Muaviye aşkına diye dilenirmiş. Gün boyunca Ali ve Muaviye taraftarları kapışır, herkes kendi aşkını yüceltmek için daha da çok para verirmiş dilencilere. Aradaki rekabet günün sonunda paraları bölüşen dilencilere yararmış. Hariri’nin ölümünün ardından ülkenin Suriye yanlıları ve karşıtları diye ayrılmasında karlı çıkanlar kimlerdi, bilmiyorum. Ama bu erken çocukluk dönemindeki iyi-kötü kavramının oturmaya başladığı anlardan kalan ilkel ayrımdan bile Lübnan’ın odak noktasının hala yıllardır gölgesinden kurtulmaya çalıştığı Suriye olduğu anlaşılabilir. İnsan da tıpkı böyle işte. Ülkeler gibi. Kafayı birine taktığında her kararında, hatta her hissinde kendisine göre değil, tutkuyla bağlı olduğu ya da ölümüne nefret ettiği kişiye göre kurguluyor hayatını. Tam bağımlılık bu olsa gerek.
***
Yeni bir kentin en güzel keşif yolu, ara sokaklarda yürüyerek kaybolmaktır diyerek Hariri sokağından şehrin içine doğru adımlamaya başladım. İçlere doğru ilerledikçe denize yakın ruhsuz binaların yerini, yüzlerce yıllık tarihin ötesinden gelen koyu kahverengi, iri kesme taşlı binalar ve bu binalara bir emrivaki neticesinde ev sahipliği yapan daracık sokaklar almaya başladı. Ahşap kapılar, alçak pencerelerden oluşan binalarda küçücük dükkanlar, ekmek fırınları, nalburlar, taze Akdeniz meyveleri satan manavlar ve eski kiliseler sıralanmıştı. Dar sokaklarda koşturup duran çocukları, iki yana gerilmiş iplere asılan renkleri birbirine karışmış çamaşırları, el arabasını sokakta ilerletmekte zorlanan arabacıyı, perdesiz pencerelerden dışarı taşan mülteci evlerinin yoksulluğunu fotoğraflamaya can attım. Kameramı çıkartıp kadrajımı ayarlamaya çalışırken küçük bir kızın sesiyle doğruldum. Cılız kollarını incecik belinin iki yanında kavuşturmuş, sawwırni- beni çek- diyordu. Kızın girişken masumiyetinin verdiği tanıdık hisse gülümsedim. Elim deklanşöre gitti, ama çekemedim. Hey küçük kız, demek istedim tarihi dokuyla çok uyumlu olan bu daracık sokakta yürümeye devam ederken, ‘nesne olmak kolay, özne olmak istesen keşke’.
İnsan yabancı gördüğü, farklı hissettiği ve bir daha görmeyeceğini düşündüğü anları karelemek ister. Sanki o an bir daha hiç yaşanmayacakmış gibi. Bu insanların hayatlarının turist kamerasına malzeme yapılacak yabancı bir tarafı yoktu ki. Ayrıca neye göre farklılar? Dayatılan genel yaşam yasalarında seçilmemiş olmaksa farklılık, onlardan milyarlarca var. Kamera sahibinin göreceli seçilmiş olduğunu iddia etmek de sistem içinde bile hata verecek bir yaklaşım. Ölçü birimleri net değil, anlık karşılaşmalarda elimize üstünlük ölçer bir yol haritası tutuşturulmadığına göre, bu ölçme işi kişilerin insafına bırakılıyor olmalı. Bu da sistemin iddia edilenin aksine objektif verilerden uzak olduğunu, üzerine inşa edilen değerleriyle bile uyumsuzluğunu göstermez mi? Bu karşılaşma anında elindeki kamerayı şıklattığında işte bir-sıfır öndesin, üstünler bir, zayıflar sıfır. Yüzüne de kocaman bir üstün gülümsemesi yerleştir; ama en şefkatlisinden, en merhametlisinden olsun, tamam işte.
Anı ölümsüzleştirmek saçmalığına gelince, ben Sayda’dan, Lübnan’dan hatta bu dünyadan ayrıldığımda da bu kareler yaşamaya devam edecek. Seçilmiş üstünlüğe dayalı yapı sürdüğü sürece, egoları okşayan yoksulluklar sadece turistlere değil, tüm dünyada bir adım da olsa üstün olduğuna inanan herkesin yüreğine su serpmeye devam edecek.
***
Sokağın sağında, iki katlı bir apartman dairesi şeklinde hizmet veren küçük bir Rum Ortodoks Kilisesi’nin duvarında asılı duran ‘sabun müzesi’ tabelasını takip ettim. Sokağı döndüğümde müzenin aşağıya inen basamaklarında buldum kendimi. Müze, eski sabun atölyesinin kalıntılarından oluşuyordu. 16. yüzyılda bir sabun üretim atölyesi olarak açılmasının ardından yüzyıllar boyunca aynı ailenin işletmeye devam ettiği bu küçük sabun fabrikasının sahipleri, 20. yüzyılın emek yerine paradan para kazanma rüzgarına uyum sağlayarak fabrikayı kapatmış ve bankacılık sektörüne yelken açmıştı. Ailenin köklü olduğu tescili, finans sektöründe güven yaratacağından mı yoksa atalarından yadigar bu beş yüzyıllık ekmek kapısını yad etmek için mi bilinmez, fabrika turistik müze haline getirilmiş; eski günlerin hanımeli, yasemin, zambak, gül, lavanta gibi envai çeşit çiçeklerden oluşan sabun kokuları da butik bir sabun mağazasında dalgalanmaya devam etmişti. Bu sembolik sabun mağazasının insanı içine çektiği steril atmosferi, sokağa tekrar döndüğümde pul pul döküldü sanki üzerimden. Bu küçük ülkenin farklı hayatlar, hatta farklı evrenler arasında yaşattığı hızlı geçişleri insanın gerçekten başını döndürüyor.
Aslında bu geçişin çok daha büyüğünü Beyrut’ta yaşamıştım. İki yanı gökdelenlerle çevrili Zeytuna Yat Limanı’ndan taksiye atlayıp Sabra-Şatilla mülteci kampına gittiğimde. On dakika bile sürmeyen taksi yolculuğunun beni bambaşka bir ülkeye götürdüğüne yemin edebilirdim. Zaman ve mekanın göreceliliği konusundaki tüm bilimsel çalışmaların doğruluğuna inancım bir kez daha artmıştı en pahalı marka araba galerilerinin, büyük iş merkezlerinin, yat limanında güneşlenen insanların ülkesinden Ortaçağ’ın antisemit gettolarının bile daha insani kaldığı binalardan müteşekkil, kanalizasyon sularının bir metrelik ara sokakları gölete çevirdiği, binalar arasındaki elektrik kablolarından oluşan dev örümcek ağından gökyüzünün görünmediği mülteci kampına gidince. Grup kimlikleriyle var olan Lübnanlıların tam ortasında, yüzbinlerce Filistinli, on yıllardır en kimliksiz halleriyle öylece yaşıyordu bu ülkede.