YARA TOPLAYICI-2: Acıdan Beslenen Toplumlar
Zihin dünyamızda bir mantık çerçevesine oturtulması zor olan, toplumu mevcut dengesinden çekip çıkartan, insanı acı ve çaresizlikle bir donuklaşma ve yabancılaşma hissine sürükleyen bir yığın olay ve durum deneyimleniyor. Doğal afetler, savaşlar, siyasi-etnik-dini ya da cinsiyet temelli şiddet olayları..
Psikoloji literatüründe travma, insanın fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü derinden etkileyen olay ya da durum olarak tanımlanır. Bireysel travmalar olduğu gibi toplumsal travmalar da var elbette. Toplumlar da bireyler gibi örselenmeler yaşıyor. Travmalarla toplumların ruhsal bütünlükleri ve güven duyguları sarsılıyor.
Travmaya maruz kalan bireylerin yanı sıra tüm toplumda çaresizlik, dehşet, öfke, güvensizlik, yalnızlık gibi pek çok olumsuz duygunun deneyimleniyor. Bazı toplumlar sağlıklı bir yas döneminin ardından yaşanan acıları toplumsal hafızada doğru yerlere yerleştirip bu travmalarla başa çıkıyor ve yeni hikayeler yazmaya devam ediyor. Bazılarıysa yaşanan travmayı belleklerine sıkı sıkıya kaydedip tıpkı yaradan beslenen kurban rolündeki insanlarda olduğu gibi yarayla var olmayı seçiyor.
Yara Toplayıcı Toplumlar
Yaranın biçimlendirdiği, yarayı odak alan hatta artık o yaradan ibaret hale gelen bireyler olduğu gibi; seçimlerini, değer yargılarını, beklenti ve korkularını belirlerken toplumsal hafızadaki yaraların esiri olan toplumlar da vardır. Hatta bazı toplumsal yaralar, topluma şekil vermek isteyen güç odaklarının ya da siyasi aktörlerin elinde çok kullanışlı, çok etkili birer araç haline getirilir. Sonuçta yarayı iyileştirmek, yaradan öğrenmek, yarayı geride bırakmak yerine yarayla var olan, yaradan nemalanan, yara nedeniyle geçmişe takılıp kalmış ve yaratıcılığı ölmüş, güven yerine paranoyaya yönelmiş, içe kapalı toplumlar ortaya çıkar.
Bir toplum, travmalardan dolayı hissettiği öfke ve aşağılanmıştık hissini, aşırı telafi yoluyla seçilmiş ve haklı olduğuna inanarak hafifletilmeye çalışılabilir. Geçmişte yaşanan travmatik bir olay seçilerek kimlik yaratma süreci için bir araç olarak kullanılır. Bu durum ötekine yönelik nefrete, düşmanlığa, korkuya yol açar. Tüm bu duygular da o toplumun içine kapanmasına; farklılığa, değişime ve yeniliğe sıcak bakmaması sonucunu doğurur.
Yaralardan beslenen toplumlar mağduriyet duygusunun verdiği kutsal kurban hissiyle baskılanırken, gerektiğinde intikam duygusuyla manipüle edilebilecek bir denetim alanına hapsolurlar. Öyle ki, uzun süre uykuya dalan travmalar, siyasal aktörlerin toplumu mobilize etmek için başvurdukları propaganda ve nefret söylemleriyle birden bire canlanıverir.
Toplumlarda Travmatik Bellek
Klinik Psikolog Ayten Zara’ya göre belirli bir topluluğa yönelik insan eliyle sistematik olarak uygulanan korku, çaresizlik, öfke gibi şiddet olayları; o topluluğun ruhsal, sosyal, kültürel ve ekonomik yapısını sarsarak yaşama umudunu tahrip eder. Böylece o toplumlarda travmatik bellek oluşur. Toplumsal yaraların yaşayan bir hafızaya dönüşüp bir kuşaktan diğerine capcanlı aktarım süreci böylelikle başlamış olur.
Psikiyatr ve ünlü politik psikoloji uzmanı Vamık Volkan, travmaların çözümlenmediği, kayıp yasının zihinsel olarak sonlandırılmadığı durumlarda travmatik belleğin kuşaktan kuşağa aktarıldığını söyler. Her yeni gelen kuşak bir önceki kuşaktan travma bayrağını devralır. Bu travmalar, kimliğin oluşumu – ortak kimliğin inşası-ve bireyin o topluma aidiyetinin güçlendirilmesi amacıyla kullanılır. Bu süreçte sık sık abartı ve mite başvurulur.
Travmatize olayın toplumda yeni yaşanmış gibi bir duygu ve düşünce dünyasına yol açması için bizzat yaşanması gerekmez. Olayın hatırlanması ve hikaye aktarımı yeterli olur. Volkan, kişinin kendisinden çok önce başkaları tarafından yaşanmış bir olayı o an yaşıyormuş gibi hissetmesi durumunu ‘zaman çökmesi’ olarak kavramlaştırır.
Seçilmiş Travma
Travmatik bellek üzerinden şekillenen toplumlara Holocost’ın yıkıcı travmalarından bir ulus yaratan İsrailliler, Tehcir’in yarattığı mağduriyet üzerine politik bir toplumsal kimlik inşa eden Ermeniler hızlıca verilen örneklerdir. Konu üzerine kısa bir beyin fırtınası yapıldığında bile pek çok ırk, etnik ve din temelli grubun kimlik inşasında ve kimliğin canlı tutulmasında tarihlerinde yaşanan bir travmanın seçilip kullanılması, bu travmayı bir bakıma mağduriyetin gücüne dönüştürdükleri görülür.
Yakın zaman önce kaybettiğimiz Hasan Onat Hoca’nın Kerbela üzerinden Şia kimliğinin kurgulanmasını incelediği makalesi seçilmiş bir travma üzerine inşa edilen kimlik bilincini açıklaması açısından önemli. Emevilerin siyasi kimlik inşası sürecine karşı bir toplumsal ifade biçimi olarak kuşaktan kuşağa acısı canlı bir şekilde aktarılan ve yaşatılan Kerbela Olayı, dönemin Arap yöneticilerinin Arap olmayan Müslümanları (Mevali) aşağılamalarına karşı, Mevali tarafından sığınılan bir varoluş hikayesine dönüştü. Kerbela travması, olaydan yüzyıllar sonra Humeyni’nin 1979 İran Devrimi’ni sahiplenmesinde başvurduğu, toplumun dönüştürülmesinde kullandığı en kullanışlı araç haline geldi.
Toplumsal bir travmanın kullanışlı hale gelmesinde bir kimlik inşası olarak kullanılmasının yanı sıra o topluma seçilmişlik duygusu vermesi de dikkat çekici. ‘Yara Toplayıcı: Acıdan Beslenen İnsanlar’da bahsi geçen ‘kutsal kurban’ psikolojisi, yaralarıyla kutsandığına inanan insanları olduğu kadar, yaralarıyla seçilmiş ve kutsanmış olduğuna inanan toplumların psikolojisini de açıklıyor. Yahudi tarihindeki seçilmiş halk inancı, Ermeni mitolojisinde Nuh Tufanı’ndan hareketle kurgulanan seçilmiş halk inancı, Müslüman dünyasındaki pek çok ‘seçilmiş dini grup’ inancının temelinde mutlaka bir kurban psikolojisi yatar. Dahası, Hıristiyan inancındaki ‘seçilmiş kurban’ İsa inancı başlı başına bir seçilmişlik hissi/inancı örneği.
İntikam Duygusuyla Yaranın Esiri Olmak
Yara toplayıcılığı besleyen en yoğun iki duygu olarak mağduriyet ve intikam duygusu karşımıza çıkıyor. İntikam duygusu reddedilme, kabul görmeme sonucu ortaya çıkabilen varoluşsal bir tehdit algısının ürünü olarak ele alınabilir. Aşağılanan kişi ve toplumlar savunma mekanizması olarak kendilerine bu acıyı yaşatanlardan intikam alma yoluna başvurabilir ya da bunun hayaliyle yaşayabilir.
İntikam duygusunu diri tutan en önemli şema, haklılık şeması gibi görünüyor. Değersizliğin beslediği güvensizlik haliyle kendini gösteren bu şema, öyle köklü bir haklılık inancının yerleşmesine neden oluyor ki, kişiyi/toplumları ötekiyle müzakereden ve uzlaşmadan uzak tutuyor.
İntikam duygusu, haklılık inancı ve bolca mağduriyet hissiyle pekişen yara toplayıcılığa verilecek örneklerden biri de ‘kan davası’. Aşiretler arasında yıllarca sürüp giden ve masum hayatların büyük bir dava inancıyla sonlanmasına neden olan kan davaları bu olgunun dışındakiler için ne kadar saçma bir kısır döngü olarak görünürse, bu duyguyla yetiştirilen grubun mensupları için o denli hayati değer taşır. Tüm bu kısır döngü içinde bir çocuk, hiç tanımadığı birine karşı düşmanca duygularla yetiştirilir ve günü geldiğinde sebebini bile bilmediği bir hesaplaşmanın ana aktörü olarak karşı tarafın hayatını elinden alabilir.
İntikam duygusunun bu kadar canlı aktarımı, ebeveynler eliyle gerçekleşiyor. Bu noktada yara toplayıcı ebeveynin çocuğu kendi uzvu gibi gören narsistik bir örüntüde olduğunu ya da bu aktarım anlayışına sahip toplum yapısının narsistik olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zaten psikologlar da, yara toplayıcı toplum liderlerinin özellikleri arasında narsistik kişilik bozukluğu, borderline bozukluk, histrionik kişilik bozukluğu, paranoid kişilik bozukluğunu sıralıyor. [1]
Çocuklarını ayrı birer birey olarak görmeyen narsistik ebeveyn gibi, yara toplayıcı toplum liderleri de halklarına kendi ideolojilerini, ‘haklı davalarını’ bir yaşam amacı olarak dikte eder. Böyle bir örüntüde bir intikam ya da savaş döngüsüne giren yara toplayıcı toplumların ‘düşman’ ilan edilen toplumlarla birlikte yaşama kültüründen ya da arzusundan uzak olmaları işte bu bakımdan şaşırtıcı olmaz.
Mağduriyetten Yaratılan Siyasi Güç
Seçilmiş travmadan beslenen yara toplayıcılık, ideolojilerin ve toplumsal hareketlerin de sıklıkla başvurduğu bir yöntem. Yara toplayıcı kavramının sahibi Joe Navarro, Yahudilerden intikam alan Hitler’i, Irak işgalinin intikamını almak için 11 Eylül’ü düzenleyen Usame Bin Ladin’i, çok kültürlülüğün Batı medeniyetinin altını oyduğunu iddia ederek Müslüman göçmenlerden intikam alan Oslo katliamcısı Behring Breivik’i birer yara toplayıcı olarak listeler.[2] Bu isimler örneklerin sadece bazıları; esasen tarih, siyasal hedeflerini gerçekleştirmek için toplumsal travmaları kullanan yara toplayıcılar ve bu hedefle yaraları kullanılarak birer yara toplayıcı haline getirilen toplumlarla dolu.
Toplumların birbirine bu denli düşmanca yaklaşmasının ardında her zaman toplumsal aidiyet için yaratılmış kimlik duygusu, bu kimlik duygusunu güçlendirmek için dayandırılan seçilmiş bir travma, bu travmanın etrafında sıkılaştırılan saflar, birkaç propagandayla nefretle dolabilecek kitleler olur ve bu durum bir sarmal gibi kendini tekrarlayıp durur.
Öyle ki, Yahudileri hedef alan ideolojisinin ilkel temelini yüzyıllar önce İsa’yı katleden Yahudilere dayandıran Hitler’in Yahudiler üzerinde yarattığı travmalar, İsrail Devleti’nin ve bir İsrail ulusunun oluşumunda temel dinamik, asli itici güç oldu. Bu yaraların yarattığı güvensizlik, korku ve nefret hissi göç edilen topraklardaki Filistinlilere yöneltildi. Yara döngüsüne, toprakları İsrail tarafından işgal edilip yersiz yurtsuz bırakılan ve bu sebeple travmatize olan Filistinliler de dahil oldu. Tüm siyasi analizlerin ötesinde; bugün Yahudilere yönelik nefret Filistinlileri hem bir arada tutan, hem toplumun aşağılanma hissini diri tutan bir etken olarak Filistin kimliğinin vaz geçilmez bir parçası haline gelmiş durumda.
Kerbela katliamı esnasında henüz birer mezhep olmayan Sünni ve Şiiler, yaşanan olaydan yüzyıllar sonra bu olay etrafında Irak’ta birbirlerinin camilerine intihar saldırısı düzenleyebiliyor. Bu döngüde Yezid, bu yaraları siyasi amaçla toplumları birbirine düşüren, yaraları yöneten, yaraları kanatıp iktidar mücadelesini pekiştiren siyasal aktörlerden başkası değil aslında.
Sömürge tarihi boyunca aşağılanan doğu halkları, yine Batı modernizmin ideolojilerine tutunarak sonradan siyasal İslam adı verilen bir ideolojiyi aşağılanmadan kurtulma hedefiyle yaratırken, geçmişin yaraları hep diri tutulmaya çalışıldı. Bu yaralar başka başka siyasal aktörler elinde ve farklı iktidar mücadelelerinde satranç hamleleri gibi kullanılageldi.
Sovyet Rusya’nın Afganistan işgaline karşı ABD tarafından desteklenen Mücahitlerden biri olan Usame bin Ladin, yaraların bir bilardo topu gibi geri dönmesine etkili bir örnek teşkil eder. Öyle ki, 11 Eylül saldırılarının sorumlusu olan Ladin’in Amerikan halkında yarattığı dehşet atmosferine dayanarak ABD’nin Afganistan ve Irak işgali, Müslüman toplumlarda yeni yaralar, yeni travmalar açılmasına neden oldu.
Döngüsel Yaralar
Hikaye sarmalı devam ediyor. Post kolonyalizmle daha da yoksullaşan doğu halkları, 2000’li yılların başından itibaren işgaller ve iç savaşlar sonucunda birer cehenneme dönen ülkelerinden akın akın intikam alırcasına Batılı ülkelere göç dalgaları başlattı. Bu göç dalgalarının Avrupa demografisini bozmasından korkan, ellerindeki refahı ülkelerine gelen yabancılarla paylaşmak istemeyen Batılı toplumlarda yeni korkular ve travmalar baş gösterdi. Oslo katliamcısı Breivik’in psikolojik alt yapısından nükseden nefret de, devralınan döngüsel yaralarla ilişkili.
Bugün, az gelişmiş dünyadan gelişmiş dünyaya yönelen göç dalgalarının Batı dünyasında oluşturduğu travmalar aşırı sağ ve İslamofobia olarak kendini gösteriyor. Ardından bu hamleye yeni bir karşı saldırı geliyor. Son günlerde El Kaide, IŞİD ve türevleri gibi şiddet yanlısı örgütlerin ya da o zihniyetteki bireylerin Avrupa’da kafa kesme eylemleri de bu yara döngüsünden besleniyor. Aynı şekilde Müslüman halkların bu tür eylemlere güçlü tepkiler koyamaması da.
Elbette yukarıda dünya tarihinden verilen bu birkaç örnek de yeterli değil, bu örnek olay örüntülerini toplumsal yaralarla açıklamak da. Her birinin toplumsal, siyasi, ekonomik hem makro hem mikro ölçekte pek çok açıklaması var. Örneklerin travma üzerinden ele alınmasının amacı, toplumların kurban psikolojisindeki bir birey gibi, yaralarını iyileştirip kendi hikayelerini yaratmak yerine yaralarından beslenip siyasi hedeflerin ellerinde kullanışlı birer araç haline getirilmesine dikkat çekmek.
Peki sağlıklı olan ne? Aslında gerçekte ne affetme ne de bağışlama var. Affetmenin iyileştirici özelliğinin olup olmadığı zaten hep tartışılır. Sağlıklı olan, toplumun yas sürecini tamamlaması ve yaşanan olayı zihninde doğru bir yere oturtabilmesi. Ben gerektiğinde yarayı hatırlamanın ancak uzlaşma ihtimalini zora sokacak ya da intikama dönüşme tehdidi olabilecek bir acının sürekli canlı tutulmaması gerektiğine inanıyorum. Atatürk de, Mandela da Ghandi de bu yolu seçmişti. Her biri de toksik yara toplayıcılığını reddeden liderler olarak halklarına yeni bir hikaye yazmayı öğütledi.
Toplumlar da insanlar gibi. Hayatınızı size yapılan bir hatanın intikamını almaya adayabilirsiniz elbet. Düşmanın sizde açtığı yaralara sığınıp onlarla var olmayı da seçebilirsiniz. Ancak o hayatın ne kadarı size ait olur, ne kadarı düşmanınıza ve ne kadarı yaralarınıza?
Toplumsal Travmalar ve Özne Olarak Birey
Birey olarak yaralara takılıp kalan yara toplayıcıların anı yaşamak yerine aksiyon alamayacakları bir zaman diliminde –geçmişte- yaşamayı tercih etmesi ve varoluşlarını yaralarla tanımlamaları gibi; yara toplayıcı toplumlar da var oluşlarını travmatik bellekle kuşaktan kuşağa aktardıkları yaralar aracılığıyla geçmişte tanımlar. Ortak kimliğin inşasında kullanılan bu travmaları hiç yaşamamış bireylerin aidiyet ihtiyacıyla toplumsal kimliklerini sadece bu yaralar üzerinden kurgulamaları, özne olarak bireyin var oluşunu baltalar, güç odaklarının propagandasına ve manipülasyonlarına açık hale getirir. Böylece birey, düşmansı dünya içinde yoğun tehdit algısıyla kendi benliğinden vaz geçerek, nefret odaklı grup kimliğine sarılır.
En nihayetinde yara toplayıcılık, yara sarmalı içinde savrulurken o yarayı çıkarları için kullanan siyasi aktörlerin esiri olan bireyleri doğurur. Bireyleri olduğu gibi toplumları da farklılıklara, kültürel çeşitliliğe, yeniliklere ve değişime kapalı hale getiren yara toplayıcılığın oluşturduğu kapalı toplum yapısı ise siyasal yönetim biçimi olarak en çok totalitarizmin kullanışlı bulacağı bir yapıdır çünkü.
Fransız sosyolog Alain Touraine; içe kapalı cemaatçiliğin insanı ve toplumu tek kültür, tek kimlik, tek hatıraya hapsetmesi nedeniyle çeşitlilikten uzak, tek biçimliliğe dayalı totaliter yapılara sebep olduğunu söyler. Aynı şekilde yara toplayıcı toplumların en büyük özelliği de travmayla şekillenen ortak kimlikten bağımsız öznelere yer vermeyişleridir. Yine Touraine’den devamla birey, kurulu güçlerin kendilerine taptırdığı tüm putları yıkıp farklı olma hakkını talep ettiğinde özne olur.
[1] https://www.psychologytoday.com/us/blog/spycatcher/201509/wound-collectors
[2] Joe Navarro, Wound Collectors, Psychology Today, 7 Nisan 2013.